BİR DERİN ÇIĞLIK; DOLUNAY VARDI

   Üçüncü kitabı bu, Zeynep Aliye'nin. Öyküleri ayrı konularda yürüse de -  bir dip balığına dönüşüldüğünde görülebilen - birbirine bulaşmayan bir alt anlatı akışında   bütünleşiyor tümü de; bireyin süreğen üzgüsünün, bireyselliğin doruksal çığlığında ağdırılmasında… Bu yazınsal olguyu; yaşanmışlıkları, tanıklıkları, gözlemleri, imgelemle  bileştiren  matematiksel örgülü  bir kurgu ile sağlıyor Aliye. Ve kurgu, bilinçlice  imlenmiş kesişme  noktalarından  yatağında akarak evrenselliğe açılan  ünlem ve  üç noktalarla sonlanıyor.

   Eğretileme; "Ceketlerini gömleklerini satın aldıkları mağazaları sırtlarında taşıyan insanlar" ( s. 97),  "Niçin hiçbir ipucu yok gölgelerimizden? Yabancılaşmış kaldırım taşları kusmuş mu, içine mi almış kan izlerimizi"  (s.9), benzetme; "Yeni yarılmış nara benzeyen kadın" (s. 25), simge; ( kafes/evlilik,  amip/ilkellik, ),  gibi söz sanatları ; kimi; "Çarşaf kesti düşleriyle olan bağını" ( s. 46), "Biz ikimizden de çokken" (s.109 ), "Fener alayına çıkmış bir gök" ( s.151 ), "Benden hep eksilerek geçecek olan gece " ( s.98 )  gibi dize savurganlıkları,  bir şiir düzlemine çekiyor öykülerini. Şiir düzlemi çünkü;  uzun,   yorgun bir yükselişten sonra  yaşam soluğuna erişildiğinde - ancak alımlanan - algı, sona ermiyor; imge okurda da sürüyor. Demem o ki, aslında Aliye'nin  şiirselliği , sözü edilen   öğelerden ya da sızıntı dizelerinden  gelmiyor. Çünkü çekinceli ve tartışmaya açık bir yaklaşım olurdu belki de bu -  yargıcılar indinde. Şiirselliği salt, imgesindeki büyünün  okuru da içine  çeken etkisinden olmalı.        

   Bir de sineramatik  an patlamaları Aliye'nin  öykülerinin ayırtkanlığı. Ete kemiğe bürünmüş üç boyutlu durum -kesit ayraçları… An, bulaşıcı çağrışımlarla zamanın berisini ve ötesini kapsayarak genişliyor. Bellek en derin uykusunda  yufka gibi açılıyor. Kimi zaman da   gerçeküstüymüş gibi görünen olgular da yaşamın içine girerek görüngüleşiyor. "Zabıta memurlarının en beceriklisi, simit tablalarından birinin ucuna yapışıyor sonunda (…) Esaslı bir tokat indiriyor çocuğa. Köprü yumuyor gözlerini." (Bir Çıra Boyu: s. 105 ), "Saçları başına tutunmaktan vazgeçmiş, özgürlüğe bayrak açmış bir genç" ( s.97 ).

   Konudan yana  sıkıntısı olmamalı  Aliye'nin. Kalemini neye değdirmişse  öykü olmuş.  Taştan bile öykü çıkarmış (Taşlar ve Düşler). Taşın damarlarında insanlığın süreğen üzüncünün izlerini sürerekten… İşte burada olan oluyor; öykü ağıp,  okurda da bir kol atıyor. Eskilin doruklarına; Babil Kulesi'ne, piramitlere, uygarlığın omurgası denilen kült  yapıtlara; görkemine nice kan, gözyaşı akıtılan  kutsanmış yükseltilere… Öykü taşta da deviniyor şiirce… Kazak bile izlek olabiliyor. Ne ki, o bir simge… Kimyasında içkinleşmeyen  bir elementin kazağa giydirilişi; kendi kendini bile egemen kılmaktan sakınan özgür bir  benlikçe.  "Ancak bu kazağı ilk gördüğümde, 'yaz günü duygularımı' tipi fırtınasına tutan bir şeyler oldu… Kazakla aramızda aşılmaz sınırlar bulunduğunun ayrımına vardım. Dokunduğum an elektrikli tellere çarpılacak ya da doymak bilmez ağızlarını açıp kapatan timsahların arasına düşecektim (...) Kazağı  dolabın üst gözünden alıp giyindim. Biraz tedirgince aynanın önüne geçtim. O da ne? İki ayrı varlıktık aynada: Ben ve kazak… Başım, bacaklarım, ellerim bana aitti, gövdemle kollarımsa  kazağa ait (…) Dokunduğu bölgeyi egemenliğine alan bir canavardı kazak (…)  Ona yönetenin kim olduğunu göstermeliydim" (Bir Savaşın Haritası).

   Öykülerinde, genellikle kendini ötekinde alalayarak abartısız bir anlatıyla bireyin açmazlarını ve yaşanabilir bir dünya özlemi arayışını duyarlılıkla - imge sarmalında - didikliyor Aliye. Üzgülü yaşanmışlıkların izdüşümlerini yine bireyin gizil kozasına bir özsuyu inceliğinde damıtırcasına… Sanki insanın içselleşme serüvenine bir armağan sunar gibi. Bu olgu, okurun iç dolaşımlarında yarattığı sarsıntılarla özgülleşiyor. Öykü böylelikle bir şiir gibi okurca yeniden üretiliyor. Artık, öykünün değginliği ve iyeliği okura geçmiştir… Eğer bir kök atmışsa farkındalık bireyde; bulaşkan bir virüs; gör o zaman beyin lopları ne eyler. Bilinç akmaya başlar orada. Ve  yaşam an'da düğümlenir  bir ucunu açarak. İşte o an hem çözer hem de çözülürsün. Uzamın ne önemi var? Suyun içindeyken  gökyüzünde uçamaz mı insan? "Bir keman sesi… Deniz altında keman sesinin işitmenin saçmalığının ayırdındayım. Bilincimin başka şeyler peşinde koştuğunu çıkartıyorum bundan"  ("Bir Yangın İki Öykü"; aynı öykü içinde ayrı evrelerde yürüyen, ne ki kurguyla bütünleşen iki öykü). Paslı demir ve tarçın kokusu, iliklerine çekerken sardunya ve karanfil kokusunu; bozunumu tetikleyen 'entropi', ancak "uçuk yeşil taze çağla kokulu sabahın sessizliğinde" (s.83 ) durdurulabilir. "Jülyet'in parmak ucuna kondurup üflediği öpücüğün" (s.89 ) ipeksi kanatlarında… ( Anahtar sözcükler: Sardunya: umut; karanfil: sevi; paslı demir :sıradanlık; tarçın: ihanet; uçuk yeşil taze çağla kokulu sabah: özgürlük özlemi; Jülyet/ bireyin kendi içinde özgülleştirdiği arılık; entropi: anlatı bağlamında toplumu bozunuma uğratan ya da bu bozunuma direnç gösteren çift yönlü etken) "Her sesin kendi rengi kokusu var. Bazı şeyler ortak alanlar oluşturuyor, nitelik önemli buluşmalarda. Genellikle belirli bir kimliğe, buluşma öncesi kavuşuyorlar (…) Bu kentte kendime yakın bulduğum tek insan Jülyet…Her şeyin çökmekte  çürümekte olduğunun  o da ayırdında… 'Ozon tabakasının büyüyen deliği değil kopacak kıyametin nedeni!' diyor (…) 'Ama her şeye karşın mutluyum…Sevebiliyorum ve umut edebiliyorum çünkü…" ( Paslı Demir ve Sardunya ). Thomas More'un Ütopya'sının çekimine kapılıp nice zaman, koşan ve gele gele beyaz cama düşen - şu bizim Leonardo'nun, durup durup dudaklarındaki gizemli gülüşe bir fırça attığı - Mona Lisa, bireyi bezginliğe, karamsarlığa ve de umutsuzluğa sürükleyen ve ütopyayı yakın erimden daha uzaklara öteleyen bir gelişimin içinde bulur kendini, Odisus ile bir altın kafeste buluşup. "Şimdi televizyonda Mona…Simsiyah saçları uçuşuyor. 'Dişiliğinizi kanıtlayın…' diyor. Dudaklarından fısıltıyla çıkan ses müthiş bir çekim alanı yaratıyor, kıpkızıl dudakları bir düş öpücüğü yolluyor tam elindeki parfüm şişesini izleyicilere uzattığı sırada. Parfümün kapağı açılıyor. Bütün odalara yayılıyor koku, bütün kahvelere, kulüplere, hastanelere,  hapishanelere, banyolara, tuvaletlere. Alev topları yükseliyor, yükseliyor kentin üzerinde en merkezi noktada patlıyor; ellerinde pankartlarla dövizlerle yürüyen kalabalığın tepesinden aşağı küçüklü büyüklü ışık parçaları halinde iniyor, yutuyor hep bir ağızdan atılan sloganları…" ( Kum Köprüler Ve Kırmızı; s. 92 ). Ve yine  ne acıdır ki, "tırmanılmayı bekleyen uçsuz bucaksız zirvesi sisler içindeki" bin bir gerekçeli yitik yaşamına adımlarken  ve de "gölgesinin omuzlarında korkularından bir dağ   yükselirken" (s.38 )  Bahar, "muskalı" içsel bir ele ve yalnızca - tebeşirle çizilmiş - bir boyutu olan sanal koruma duvarına sığınmada. "Yaptığı şey adice miydi? Saçma!.. Herkes bir şey satmıyor muydu? (…) Kırk yaşına bastığında 'zengin, mutlu, güçlü bir kadın' diye söz edilecekti arkasından (…) Birazdan kapı açılacaktı. Müşterisi hafif eğilerek selâmlayacak, Bahar'ın içeri girmesi için kenara çekilip yol verecekti. Belki banyodan yeni çıkmış da bir şey giymeye zamanı olmamış (…) Şişman mıydı, zayıf mı, genç mi yaşlı mı (…) Aslında hiçbir şey bilmek istemiyordu (…) Hoyrat mı sevecen mi ?..." (Bahar'ın Baharı ). Sessiz, acılı  bir çığlık Bahar'ın üzgüsü… Evet , çığlık ; kimi diğer  öykülerinde de duyulduğu gibi. Dünyanın her yanında aynılığı var olan "Avuçlarında kendi elleri, omuzlarına sıcaklık aktarmaya çalışanların" (İntihar Aşk'tır; s. 44 ) bungun, boğgan  çığlığı.  Sevisizliğin, yalnızlığın, bekleyişin,  umutsuzluğun  öğüten, yok edici ayrışmaları  örgüsünde en küçüğünden daha büyük hiçlik matruşkaları çıkan yansımalı neşter vurgunu hesaplaşmaların… Umutsuzluğun son kertesinde.  "Ne gerçeğe, ne hayale sahibim… Hiçten hiç çıkar. Bense o hiç bile değilim…' diyen üçüncü kadın için karanlık , kendini sevgi ve güven içinde duyumsadığı tek yeri, ana rahmini çağrıştırıyor." ( İntihar Aşk'tır ; s.45 ). Peki umut nerede ?  İçimizdeki - kışkırtıldığında ses verebilen - diğer bir benlikte mi, yaşamın sürmesini sağlayan? Yazarın,  "Şimdi yaşamak zamanı. Hep böyle yaz olmayacak çünkü"  (s. 51 ) iletisinde mi?  Ya da 'Ölüm'ün Ölümü'nde' mi umut ?!  O ki, ayırt edilmesi zor bir güçtür, tinsel olmayan 'Ölüm!' Varlık nedeni   insanı  ufalamak olan  'En Büyük Tanrı' ise çizmiştir 'Yaşam"ın yolunu; 'Ölüm'le evlilik… 'Susku'nun  aymazlığına kapılıp 'kör kör parmağım gözüne' deyip , 'evet' dese de  bu olup bitti evliliğe 'Yaşam' aslında Umut'a tutkundur o. Umutsa  - evet,  umutsa - "Ölüm'ün öldürdükçe ölmesindedir. Çünkü Ölüm çok zayıf , korumasız böyle anlarında"… (Ölüm'ün Ölümü; s. 37) Görülür ki, -algı içkinleştirildiğinde - yaşamın onca dayanılmaz ağırlığına -ya da hafifliğine- karşın 'umudu içeri alan pencereleri  ve  kapıları' da  vardır Aliye'nin. Daha açıkça,  çünkü; "Bahar , intihar, ölümler için asla uygun değildir" ( s. 167 ). Ve de "Güneş vardır dışarıda. Şimdi yaşamak zamanıdır" (s. 50 )…        

   Bileşimi bildiri niteliğinde yirmi iki öykü içeriyor kitap. Her biri, bireyin içsel ve dışsal dünyasındaki sarsıcı depremlere  tanıklık yaparak; insanın nesneleşmesine tepki veren  bir duruşla; (…)

Dolunay  Vardı:  Zeynep Aliye; öykü.  Altın Kitaplar, 1995, 174 sayfa. 

Düz Yazı Defteri Ocak 2004

Sedat Sever'in 2007 Sorgulaması Üzerine… *

   Çocuklar için yazmak, öncelikle hangi duyarlıkların yaşama geçirilmesini gerektiriyor?

   Çocuklar için yazmak, öncelikle birbirinden ayrılmaz iki olgunun; 'yazınsallığın' ve 'çocuk gerçekliğinin' özelliklerini gözetmeyi gerektirir.

   'Yazınsallık'; yazılı söze dayanan; biçimi, biçemi, izleği,  kurgusu, iletisi ve içerdiği sanatsal özellikleriyle verilmiş yaratı ürünlerinin niteliğini ve ölçütlerini belirler. 'Çocuk gerçekliği' de  çocuğun okul öncesinden ergenlik çağına ulaştığı dönem boyunca yaşadığı, yetişkinlerinkine pek benzemeyen eğitbilimsel ve davranışbilimsel yapısını tanımlar.

   İşte bu çok özel varlığa ürün verirken, yazar, çocuğun kendisiyle ve çevresiyle barışık olmasında ve  kişiliğini çağcıl insansal değerlerle oluşturabilmesinde amaçlanabilecek tüm duyarlılıkları (çevrecilik, toplumsallık, bireysellik, demokratiklik, laiklik, ekinlilik vb.) kapsamasından dolayı öncelikle onun 'sanat duyarlılığı' ile 'ana dili duyarlılığını' geliştiren ve "çocuk gerçekliğini" de gözeten bir yaklaşımda olmalıdır.  
   Türk çocuk edebiyatının bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce, günümüz Türk çocuk edebiyatının en büyük sorunları nelerdir? Sorunların çözümü için önerilerinizi sıralayınız.

   Türk çocuk yazını son on yıl içinde önemsenecek aşamalar kaydetti. Birincil olarak alanla ilgili -olması gereken - 'çağcıl nitelikteki özellikler', Türk ve Dünya çocuk yazını alanında verilen ürünlerin karşılaştırmaları yapılarak irdelendi. Bu oluşumda üniversitelerin ve bu alanla ilgili kimi özel kuruluşların büyük katkıları oldu. Bu katkılar genellikle, 'çocuk yazını' bağlamında 'yazınsallığın', 'çocuk gerçekliğinin', 'öğretici' ve 'dayatmacı olmama' gerekliliğinin vurgulanması ile 'alanla ilgili sorunların' ortaya konulması ve devletimizce,  özel ve tüzel kurumlarca alana eşgüdümlü bir etkinlikle sahip çıkılması, tasarlar, yöntemler üretilmesi ve yaşama geçirilmesinin gerekliliği üzerine çağcıl nitelikte öneriler  ve alanla ilgili bilimsel etkinliklerdi.

   Bu süreçte çağcıl çocuk yazını anlayışını benimsemiş yazarlarımızın ürünlerinde görece bir nitelikleşme izlense de yine de ayrımcı, yanlı ve  tecimsel amaçlı kişi ve kurumlarca çağcıl nitelikte olmayan ürünlerin yayımlanması önemsenecek bir oranda sürdürüldü, sürdürülmekte.

   Alana değgin sorunlara gelince; bu bağlamda bunlardan iki sorunu; sanat duyarlılığı kazandırılmış 'öğretmen yetiştirme' gereksinimi ile alana yönelik 'yazınsal eleştiri' eksikliğini  imlemek yerinde olacaktır:

   Çocuğun ergenlik öncesi ve sonrası eğitim ve öğretiminde  etken olan 'öğretmen yetiştirilmesi' gereksinimi konumuzun aslında belki de birincil sorunudur. Çünkü sanatsal duyarlılıklarla donanmış bir öğretmen, çocuğun sanatsal beğenisinde çıtayı yükselten bir etmen olacaktır. Bu bakımdan 'YÖK' öğretmen yetiştirme öğretim programlarının bu amaçlar gözetilerek yeniden  düzenlenmesi ve var olan öğretmenlerimizin de işlevsel içerikli gelişim programlarıyla desteklenmesi, sorunun çözümüne önemli ölçüde katkı verecektir.

   Eleştiri konusuna gelince: 'Genel yazın' alanının kapsamı içinde olması gereken 'çocuk yazını' alanında verilen ürünlerin yazınsallık özellikleri üzerinde sağlıklı bir eleştiri yapılabildiği günümüzde tartışmaya açıktır. 'Yazınsal eleştiri';  ulusal ve evrensel etik, güzelduyum ve mantık değer yargılarının ve de yazınsallık öğelerinin (kurgu, izlek, biçim, biçem vb.) eşzamanlı ve de artzamanlı değişkenlere göre, doğru bir yaklaşımla yapıldığı bir değerlendirme/ karşılaştırma  edimidir. Bu bakımdan 'yazınsal eleştiri',  yazın konusunda donanımlı  olmayı da gerekli kılar. Bu sorunun çözümünde ağırlıkla üniversitelere büyük sorumluluklar düşüyor… Eğer bu  alan açık bırakılırsa, ülkemizde büyük bir tecim nesnesi olan 'kitap', bilinçli ya da bilinçsiz yönlendirmelerle, çocuk yazınında başat bir özellik sayılan çağcıl duyarlılıkların nesnesi olmaktan giderek uzaklaşacaktır. Bu da özenle üstüne titrediğimiz -aslında salt şimdinin olgusu olan - 'çocuk' denilen ince varlığın gelecekte; gösterişi önemseyen, duyarlılıklar yoksunu bir kişi olarak biçimlenmesine yol açabilecektir…
  (İlköğretimde Çocuk Edebiyatı: Prof. Dr Sedat Sever, Doç .Dr. Selahattin Dilidüzgün, Yard. Doç. Dr. Necdet Neydim, Arş. Gör. Canan Aslan, Editör, Yard. Doç. Dr. Zeliha Güneş. Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2007.)

* ( Bu öneriler, "Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri ve TÖMER  Dil Öğretim Merkezince 2000 yılında düzenlenen I. Ulusal Çocuk Kitapları Sempozyumu kitabının sonuç bildirisinde geniş bir açınımla verilmiştir. )
ÇOCUĞU İYİ OKUYAN BİR YAZAR

SEVİM AK VE LODOS YOLCULARI

   İlk yapıtı 'Uçurtmam Bulut Şimdi' ile 1987 Akademi Öykü Ödülü'nü alan Sevim Ak, bu güne dek ardı sıra yayımlanan bir çok öykü ve romanlarıyla çocuk yazınımızda kendine özgü bir yeri olan yazarımız.

   Ak, yapıtlarını; yaşama çocukların gözlükleri ile bakarak, çocuğun kendine özgü gerçekliğinde var olan; özdeği kımıltılı her nesnenin, olgunun, oluşumun algılanış biçimlerini; yetişkinler gerçekliği ile çatışmalarını, sevinçlerini, mutluluklarını, sevilerini, düş kırıklıklarını, üzünçlerini, dünyayı yeniden yaratma özlemlerini, varsıl imgelemlerini, kendi ucu açık imgelemlerine eklemleyerek yaratıyor.

   Ak, çocuğun; varlıklar, olaylar ve kavramlar evrenini ve bu olgular arasındaki ilinti, iletişim ve nedenselliklerini öğrenme gereksinim ve yönsemesinde; daha bir yalın deyişle, çocuğun bilişsel ve duyuşsal gelişiminde ve de kendini ve evren içindeki yerini keşfetme sürecinde ona içten, paylaşımcı ve özgürlükçü bir arkadaş gibi yaklaşıyor. İletisini bir bakıma çocuğa sezdirerek, kendisine buldurmuşçasına veriyor.

   İşte yazarın yapıtlarında kavram ve olguları sezdirme biçimlerine bir - iki örnek:

   Çiy ve kırağının oluşumu; "Gece yerini sabaha bırakmayı pek istemez. Bazen bu yüzden sulu gözlülük edip ağlar. Hava ılıksa gözyaşları çiy olur; soğuksa kırağı." (Penguenler Flüt Çalamaz; s. 55)

   Hüzün; "Beni gri bir bulutun içine hapsederek..." (Domates Saçlı Kız; s.55)

   Sevi; "Müzik eşliğinde (sevgilisi) Baldudak'la el ele (…) ateş böceklerinin dansını seyrettiler." (Vanilya Kokulu Mektuplar; s. 72)

   Güldürü anlatı bütünselliğinde temel bir öğedir yapıtlarında Ak'ın. Çocukların gülme güdüsünü tetikleyen yazarın bu özyapısallığı, kimi, çocukların birbirlerine bulaştırarak belki de gülme nöbetlerine tutulmasına yol açacak: "O sırada ağzından 'mikk' gibi anlamsız bir ses çıktı." (Vanilya Kokulu Mektuplar; s. 24), kimi, üzünçlendirirken güldürecek; "Gözünden iri bir damla yaş yuvarlanarak göbeğinin üstüne düştü." (Puf, Pufpuf, Cuf, Cufcuf ve Cino; s. 9 ), kimi de - ve de daha çoklukla - yaşamı gülünçleştiren bir ayrıntıyı yakaladıklarında, dudaklarının bir kıyıcığına oturan yukarı doğru kıvrılmış anlamlı bir çizgiye neden olacaktır. Oluşacak bu çizgi, çocuğun bilinç sıçramalarının ve  eleştirel düşünceye girişinin simgesidir de olasılıkla: "Ne şans!' dedi (penguen) Peng, 'Dedemin dedesini de başındaki silindir şapka yüzünden senatör sanırlarmış!…" (Penguenler Flüt Çalamaz; s. 10)

   Yapıtlarında kimi, 'büyü', 'uğur taşı', 'fal', 'pisi pisi otları' gibi çocuk gerçekliğinde yaşanan boş inançlara da yer verir Ak. Ancak, anlatının özünde alaysılı bir biçemde…

   "Ateşin çıkarsa, tırnaklarını kesersin. Erimiş mumun içine koyarsın. Sonra da mumu pencereden aşağı atarsın… Ateşin hemen düşer." (Domates Saçlı Kız; s. 16)

   Toto ve Şemsiyesi adlı öyküsünde arkadaşı Selo'nun kalbini istemeden kıran Toto, kendisine darılan arkadaşıyla barışmak için türlü yollar dener.

   "Selo en çok şekerlemelerden çıkan şans kağıtlarında yazılanlara inanırdı. (Toto) Bakkala koştu. (…) Selo'nun en sevdiği (…) şekerlemelerden aldı. Az sonra içlerinde, 'Bugün en iyi arkadaşınıza darılacaksınız. Hemen barışırsanız çok güzel bir sürprizle karşılaşacaksınız.' yazan şekerlemelerle Selo'nun evinin az ötesinde bir tezgah açmıştı." (Toto ve Şemsiyesi; s. 61)

   Her ne kadar ilk birkaç yapıtında 'enteresan', 'demode', 'falso' gibi Türkçe'de karşılığı bulunan kimi yabancı sözcükler kullansa da, daha sonraki yapıtlarında bu konudaki ayırt edici duyarlılığı artıyor Ak'ın… Anlatısında sık sık başvurduğu devriklemeler, anlatımı konuşma dilinin doğallığına çektiğinden yazarın okuruyla iletişim kurabilmesine ve özdeşleşmesine ayrıca katkı sağlıyor.

   Yapıtlarının hemen hemen tümünde sevimli bir 'martı' imgesi uçuşup durur Ak'ın. Sanki yazarın yaşadığı coğrafyayı anıştırır gibi… (Denizi tanımayan okurları, yapıtlarında en az martı sözcüğü kadar geçen 'karga' imgesiyle yetiniyor olacaklar…)

   'Lodos' da sevdiği bir imge Ak'ın. Sık sık esintisi duyumsanır yapıtlarında. Onun nemene bir imge olduğu  'Lodos Yolcuları'nda daha iyi anlaşılıyor.

   Kitabı bir müzik kutusuna dönüştüren müzik aletleri (piyano, keman, flüt…), uçuşan notalar, mırıldanılan şarkılar da çokça kullandığı birer imge Ak'ın. Bu imgeler de sanki duyuşsal bir arka alan yaratarak yapıtı bir vodvile dönüştürüyor.

   Yazarın hemen hemen tüm kitaplarını Behiç Ak resimlemiş. Çizerin kendine özgü hoş çizgileri, anlatıyı bütünlüyor. Dahası, yazarın imgelemini daha da uçlandırıyor. İlk kimi kitap kapaklarındaki sevimli kız, yazarın küçüklüğünü andırıyor olmalı…

   Ak'ın kimi coşumcu (romantik), kimi gerçekçi ve kimi de fantastik (gerçeküstü) biçemde anlatısıyla yaratılarının dokusuna ağdırdığı iletisi, gelecekteki insan örneğine bir seçenek sunuyor; yaşanabilir bir dünya özlemini hep yüreğinde taşıyan, olaylara eleştirel bir gözle bakabilen, dayatmacılığı yadsıyan, sanata karşı duyarlı, üretken, hoşgörülü ve olduğu gibi salt kendisi olan yeni bir insan örneği…


   Lodos Yolcuları

   'Lodos Yolcuları', yazarın 2003'te yayımlanan fantastik bir romanı. Romanda, günümüz toplumunda çokça görülen dört temel kahraman var. Toplumsal olaylara karşı duyarsız, nesneler dünyasıyla özdeşleşen, ben merkezci Güzin Hanım; hamburger çeşitlerinden başka hiçbir imgelemi olmayan, çok rahat bir yaşam süren ve tüketim toplumunu simgeleyen sevimli şişko Aykut; sattığı keten helvalarıyla yoksul ailesine katkı vermeye çalışan, bir yandan da gözü oyunlarda olan bakımsız Satılmış ve yaşamını çöplükleri eşeleyerek sürdüren, ne ki, kendine özgü bir yaşam felsefesi olan filozof görünümlü evsiz barksız Behçet.

   Bu kahramanlarla Ak'ın özgün kurgusuna girelim şimdi. Bu arada küçük bir bilgi; yazarın bundan önceki kimi yapıtlarında işlenen kimi izlek ve imgelerin bu romanında uç verdiği görülüyor. ('Bir simitçi çocuğun saklı kalmış içsel yetilerini dışa vurması' (Bir Duvar Ressamı - Karşı Pencere), 'Günümüz toplumunun tüketim çılgınlığı' (Karga Fırfır Bir Oyun Oynuyor - Penguenler Flüt Çalamaz ), 'İnsanların özel yaşamını izleyip didikleme merakı' (Kerpeten Sokağının Derdi - Pembe Kuşa Ne Oldu), 'Rüzgarda uçuşan kağıtların serüveni' (Mavi Ada'da Bir Gün - Pembe Kuşa Ne Oldu).

   Görüldüğü üzere günümüzde çokça rastlanan tiplerdir bunlar. Ve Güzin Hanım ile Behçet; Aykut ile de Satılmış karşıtlığı çok belirgindir romanda.

   Kurgu, bu kahramanların kendi toplumsal konumlarının doğasına uygun - güldürüsel - bir biçimde sürerken, yazar 'Lodos' imgesini kullanarak olayların seyrini değiştirir. Ortalık bir anda toz dumana karışır. Kahramanların konumları yer değiştirir.

   Güzin Hanım kendini, hiç hoşlanmadığı ve küçümsediği Behçet'in sokaktaki yatağında bulur. Önce şaşırır. Ne ki, daha sonra yeni yaşamına ayak uydurur. Zamanla o ana dek hiç farkına varmadığı yeni düşünceler keşfeder. İnsanların yaşamına katkı vermeye başlar. Yeni yaşamında çok üretken ve mutludur.

   "Şimdi kim olduğumu biliyorum artık!"

   Beş parası olmayan, başkalarının yaptığı gereksiz harcamaların tutarını kendi bilançosunun kâr hanesine katıp kendini varsıl sanma oyunuyla mutlu bir yaşam sürdüren Behçet de, kendini Güzin Hanım'ın rahat yatağında, televizyonun karşısında bulur. Kısa sürede tam bir tüketici olup çıkar. Yaşam düşünüsü değişir. Yeni yaşantısını benimsemiştir o da.

   "Yaşadın mı iyi yaşayacaksın!.."

   Yediği önünde yemediği arkasında, el bebek gül bebek bir yaşam süren Aykut'cuk ise kağıt helva satıcısı olmuştur. O da, kendini izbe yoksul bir evde çorba içerken bulur. Ne yazık ki dayakçı bir babanın eline düşmüştür. Sabahtan akşama değin kağıt helva satmak zorundadır. Evini arasa da bulamaz. Babası belki görür de kendisine ulaşır diye duvarlara kendini tanımlayan resimler çizer. Resimler tüm kentte coşkuyla izlenen bir çizgi romana dönüşür. Önceki yaşamında hiç resim yapma yeteneği olmayan Aykut'un bu yapıtları birden ünlenir. Top on listelerinin doruğuna çıkar. Adına fan kulüpleri kurulur. Ne yazık ki, annesiyle babası oğullarının resimlerini televizyonda görse de bu güldürü yeteneği güçlü gizemli ressamın oğulları olabileceğini akıllarından bile geçirmezler. Tipi bile değişir Aykut'un. Artık, hamburger çizburger gibi şeyler yiyemediği için zayıflamıştır. Ne ki, Güzin Hanım gibi o da keşfetmiştir bireyselliğini.

   "İzlediklerim tıkış tıkış dolmuş içime. Sesimi boğmuş. İzlemeyi bıraktım. Kendi sesim döküldü ortaya…"

   Eski yaşamında yoksul ve bastırılmış bir çocukluk yaşayan Satılmış da Aykut'un evinde bulur kendini. Çiçek kokulu yatakların, bilgisayarın, televizyonun, birbirinden sevimli oyuncakların sahibidir artık. Buzdolabında hamburgerler, kolalar gırladır. Yeni evi güvenli bir dost gibi gelir ona. Dahası karşı pencerede ona gülümseyerek bakan bir de kız vardır…

   "Her şey hazır burada. Çalışmaya gerek yok. Aşk bile karşı pencerede!"

   Satılmış çok kısa bir zamanda 60 kiloluk şişko bir çocuk olur…

   Roman bu biçimde son hızla ilerliyor. Coşku ve merak doruğa tırmanıyor...

   Okur olagelecek olayları merak etme güdüsüyle soluk soluğa son sayfada buluyor kendini.

   Kitap bittiğinde olasılıkla şu sorular gelecektir akla:

   Son biçimini almış kişilikleri parçalayıp un ufak ederek yeniden bir kişilik yaratmak olanaklı mıdır?

   İnsanlar salt kendi istençleriyle bireyselliklerini keşfedebilirler mi?

   İnsanların bedensel yapıları, toplumsal konumlarına bağlı olarak mı oluşur?

   Sorular için türlü türlü yanıtlar verilebilir. Her seçenek çokça tartışılabilir. Ne ki, tümü için de ortak olan yanıt, fantastik bir anlatıda kesinlikle "evet" olacaktır.

   Çocuk kitaplarında yazınsallığın belirgin ölçütlerinden biri de, bir yapıtın hem çocuklar hem de yetişkinler tarafından haz alınarak okunup yeniden üretilebilmesidir genellikle; yaşamı da sorgulayarak…

   Sevim Ak'ın "Lodos Yolcuları" adlı yapıtı yediden yetmişe herkesçe beğeniyle okunabilir.

Düz Yazı Defteri, Mayıs 2004

MİDAS'IN SERÇEPARMAĞI'NIN YARADILIŞ ÖYKÜSÜ
       
Bu anlatı, düşlemimde bir çağrışımcı imgenin ortaya çıkmasıyla başlayan "Midas'ın Serçeparmağı"   romanımın baş sorunsalları olan  yer, zaman, olay örgüsü, kişiler öğelerini var edişimin, yazma sürecim sırasında yaşadığım  kurgumla ilgili kimi olayların duyuşsal durumlarıma etkilerinin, bu etkilerin imgelemimde ne gibi dönüşümler yarattığının, bu dönüşümlere bağlı olarak oluşan imgelem kırılmalarımı/açınımlarımı kurguya nasıl yansıttığımın öykülemesidir.

   "Midas'ın Serçeparmağı" romanım, sanırım bilinçaltımın bir yerinde  uyuyup duruyordu. Gerçeği söylemeliyim ki onun varlığının hiç ayırdında değildim. Çağrışımcı bir imgeyle dışa vuracağı, yaratılacağı günü bekliyor olmalıydı…

   2001 yılında Eskişehir'deyim. O sıralar şair Rahmi Emeç ile "Cumartesi Söyleşileri" adını yakıştırdığımız, ikili bir şiir etkinliği oluşturmuşuz; salt, şiir üzerinde baş başa söyleşiler yapıyoruz. Zaman zaman bu söyleşilerimize arkadaşlarımız da katılıyor. İşte böyle çoğaldığımız bir  söyleşimizde konumuz Friglere ağıyor. Frigler, Eskişehir yöresinde de bolca  yapıtlar bırakan tarihsel bir topluluk. Ki bu yapıtlardan biri Midas Anıtı diye de anılan Yazılıkaya Anıtı , kentin yazılı - görsel basınında  korunması, turizme katkı vermesi bağlamında sık sık gündeme getirilen görkemli bir yapıt. Söz sözü kovalıyor, konu  bu kez Friglerin ünlü kralı Midas'ın Polatlı, Yassıhöyük Köyü'ndeki dağsal mezarına kayıyor. Yazar-şair Dr. Sinan Gürsoy, ilköğretim yıllarında Yassıhöyük Köyü'ne  yapmış olduğu okul gezisi sırasında Midas'ın mezarında Midas'ın "serçeparmağı kemiğini" bulduğunu, onu uğur getirsin diye üniversite  yıllarına dek boynunda taşıdığını söylüyor. İşte o anda,   imgelem dünyamda  bir kapı aralanıyor. Serçeparmağı eksik olan Midas iskeleti, pırıl pırıl bir imge olarak karşımda dikiliyor. Bir anda doğan imgem, düşlemimde kabaca bir kurgu oluşturuyor: "Midas'ın Altın Tutkusu" söylencesinden yola çıkarak, biçim, biçem, içerik bakımından klasik öyküden ayrımlaştırdığım bir yoruma göz kırpan bir kurgu bu. Başat  imgem, "serçeparmaksız  Midas iskeleti"... Böylelikle beni dört yıl peşinde koşturacak  romanım adıyla birlikte doğuyor: "Midas'ın  Serçeparmağı"…

   Değil mi ki Midas'ın serçeparmağını yazacaktım, öyleyse  serçeparmaksız Midas iskeletini görmeliydim. İskelet Yassıhöyük'te, Eski Yunan dönemi adıyla Gordiyon'da… Atlayıp gidiyorum Yassıhöyük'e. Köy Muhtarı, Gordiyon Müzesi Müdürü, Kültür Bakanlığı Temsilcisi, dahası o sırada köyde kazı yapmakta olan Amerikalı kazıbilimci Keith DeVires ile görüşüyorum. Yazmayı düşündüğüm bir roman için Midas'ın iskeletini görmeye geldiğimi  söylüyorum onlara. Aldığım yanıtla  büyük bir düş kırıklığı yaşıyorum; Midas'ın iskeleti hiçbir zaman Gordiyon'da sergilenmemiş. Mezarından çıkarılır çıkarılmaz sandıklanıp Ankara Üniversitesine gönderilmiş. Kafam karışıyor. Telefona sarılıp Sinan'ı arıyorum. Arkadaşım,  "O zaman mezar ilkel koşullarda gezdiriliyordu. Ben mezarda bir kemik bulduğumu anımsıyorum. Bilmem ki bir yanılsama olabilir mi? Ama o zamanki çocuk aklımla, bana göre Midas'ın serçeparmağıydı o" diyor. Bu yanıt, kurgumun dayandığı temel imgeyi belirsizleştiriyor, romanımı çıkmaza sokuyor.  Ne ki daha umudum var; iskelet Ankara'da…

   Yassıhöyük köyünde kaldığım iki gün boyunca kazıbilimsel alanları,  köyü inceliyorum. Toplumsal yaşama ilişkin gözlemler yapıyorum. Köyün, Gordiyon höyüğünün krokisini çıkarıyorum, fotoğraflar çekiyorum, insanları ile söyleşiyorum. Midas'ın iskeletini görmeye gelip de bulamadığımı duyan  bir genç beni avutmaya çalışıyor: "İskeleti bulamadığın için üzülme ağabey, burası Sakarya; her yanı kemikle doludur bu ovanın" diyor. Genç, konuşurken, Mikis Theodorakis'in "Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında " adlı kitabında okuduğum bir anı yazısını anımsıyorum. İlerde kurguma can suyu verecek  olan bu ansımam özetle şöyle:

   Theodorakis'in  ünlü lir çalıcısı büyük büyük dedesi Teodoromanolis, Osmanlı'nın Yanya Paşası tarafından öldürtülür. Onun oğlu Therianos'un, Erofili'den sekiz oğlu olur. Tüm bu çocuklara Hıristiyan adları verilir. Hıristiyanların  dört yaşındayken dilini kestikleri Emine'den de on iki oğlu olur. Bu çocuklara da "Eski Yunan " adları verilir. Therianos'un her bir oğlu onar oğlan çocuğu yapar. Bunların hiçbiri, Emine'nin Türk olduğunu bilmez. Böylece Emine'nin üç oğlu Türklere karşı savaşmak üzere Yunan ordusuna gönüllü olarak katılır. Biri Epir'in Bizani bölgesine, biri Selânik'e gönderilir, biri de Türkiye'ye gider, kemikleri Sakarya'da kalır. Sözünü şöyle noktalar yazısında  Mikis Theodorakis: "Kuşaklar, uluslar ve dinler birbirine karışır, sonuçta bu dünyanın tek gerçeği su yüzüne çıkar: İnsan…"

   Birkaç hafta sonra Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne Midas'ın iskeletini görmeye gidiyorum. Paleoantropoloji  Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erksin Güleç'le tanışıyorum. Erksin Güleç, imzalanmamış bir bildirisini elime uzatıyor. Bildiri, Midas'ın iskeletinin 1993'den beri kayıp olduğunu söylüyor. Donup kalıyorum. Hem Midas'ın iskeletinin kaybolmasına, hem de  kurgumun yara almasına üzülüyorum. İşte o anda  usumda bölük pörçük kalmış Ovidius'un, Orfeus'un ölümü üzerine yazdığı bir şiiri , imgelemimde özizleğinden saparak kurgumu dönüşüme uğratıyor (Orfeus, Yunan söylencelerinde geçen bir "Eski Yunan" adı…):

   "Uçup yellere karıştın Orfeus / Yabanlar, yakınan kuşlar ağladı sana / Karalar giyindi anneler / Kol,  bacak dağıldı şurda burda… / Şaşılası bir olay bu / Yakınır yürek, yakınır mırıltılarla cansız dil/ Yansıtır sesini, sesleri/ Yankıları duyulur Sakarya'nın iki yakasında…"

   Eski yer ve zamanından soyutlayıp Sakarya Savaşımızın geçtiği döneme uyarladığım bu şiiri, önce romanıma koysam da sonradan anlatımı ağırlaştırdığından, metinden çıkarıyorum. İşte  böylelikle "Orfeus" imgesi, Mikis Theodorakis anlatısının da etkisiyle romanıma hem ad hem de tarihsel yazgısına boyun eğip Sakarya'da düşüp kalmış bir Yunan  askeri olarak giriyor ve Midas'ın kaybolmuş iskeleti ile özdeşleşerek  gizemli olayların nesnesi oluveriyor. Bu mektup romandan: 

   "Güzel annem, bu kısacık mektubu, arkadaşlarıma yiyecek aradığım bir sırada yazıyorum. Umarım onu sana ulaştırabilirim… Burada her şey tersyüz oldu. Türkler direniyor. Bozkırın kavruk topraklarında anlamsızca yükselmiş tepelerin arasında çakılıp kaldık. Aşamıyoruz bir türlü onları. Atalarımızın ruhlarının yardımını da göremiyoruz. Aç, bitkin ve yılgınız… Ülkem nasıl da burnumda tütüyor, bilemezsin. Ah, yorgun gövdemi sevecen kollarında dinlendirdiğim günleri bir görebilsem… Sevgiyle, özlemle… Oğlun, Orfeus. Gordiyon, 13 Eylül 1921."

   Evime yeni kurgumun omurgasını oluşturmuş olarak  dönüyorum… 

  Romanı yazmaya soyunacağım ama; işin ayırdındayım ki kurguladığım romanımı besleyecek, destekleyecek Midas'a, Frigya'ya değgin bilgi yetersizliğim var daha. Yoğun bir araştırmaya girişiyorum. Midas'ı, Frigya'yı, Ana Tanrıça Kubileya'yı, Büyük İskender'i daha iyi tanımak; özellikle Midas dönemi Anadolu'sunu, Yunan tarihini büyüteç altına almak için  Ertuğrul Algan'dan  başlayarak Tacîser Sivas Tüfekçi , Veli Sevin , Ekrem Akurgal , Bilge Umar , Seton Lloyd , Server Tanilli ; Azra Erhat , Halikarnas Balıkçısı , Fahri Işık , Heredot , Ovidius , Plutarkhos , Strabon  gibi yazarların yapıtlarını araştırıyorum. Kaynaklardan iz sürerek yol alışım daha bir çok yazarlara ulaştırıyor beni; Lynn E. Roller,  Sevgi Aktüre , Celal Tuna , Andre Bonnard , Herkül Milas  vb. Yeni kaynaklara ulaştıkça da imgelemimde zincirleme çağrışımlarla bir yığın öyküler, imgeler oluşuyor. Özellikle Midas, gittikçe fiziği, giysileri, yedikleri, içtikleriyle; günümüzde kabullendiğimiz Midas imgesi dışında özgülleştirdiğim insansal durumlarıyla      gözümde capcanlı, ayrımlı bir kişiliğe bürünüyor. Bunları sayfalarca not ediyorum. Edindiğim bilgileri, çağrıştırdığı imgeleri, kurgumda yerli yerine koyarken; belli belirsiz tarihsel olayların, bilinen klasik söylencelerin roman kurgumu sınırlayabileceğinin kaygılarını, düzenli bir yapı oluşturmamın zorluğunu, kimi anlatılarımı gözden çıkarmanın yazıklanmalarını yaşıyorum çokça. Kafamdaki düzenceler de düşünce fırtınalarımla at boyu gidiyor: Öyküye nereden başlamalıyım, öyküde hangi olayları özetlemeliyim, öyküyü kime anlattırmalıyım; hangi zaman kipinde, nasıl bir olay örgüsünde; çatışmalar, karşıtlıklar; geçmiş ve günümüzdeki değer yargıları arasındaki ayrımlar, benzerlikler; öyküdeki olaylar örgüsü, bu olay örgülerini bir alt damarda birleştirme, bu birleştirmeyi sağlamak için de bağ gönderge imleri, imgeleri; olaylar örgüsünde bütünselliği sağlama, oluşturacağım bu bütünselliğin de kurgumun biçimsel özelliğini yadsımasının önünü kesmenin yol arayışları; kurgusal kahraman ve kişileri insansallaştırıp yaşamın içine sokabilme düşünceleri… Ve notlar, notlar, notlar… Gerçeği söylemeliyim ki kurgumu ulamakta, bir mantık  düzleminde yürütmede çoğu zaman bocalıyorum...

   Sonunda kurgumun biçimi, içeriksel yapısı belirginleşiyor tasarımımda. Günümüzle Midas zamanına git-geller biçiminde gelişecek olan ikili öykümün olay örgüsünü baştan, bölüm bölüm kağıda döküyorum. Roman aşağı yukarı on- on iki bölümden oluşacak gibi görünüyor… Olaylar, tarihsel dönemde Gordiyon; günümüzde Yassıhöyük köyünde geçecek... Kahramanım Sibel Ates, her iki öykü ve zaman diliminde kimi kendisi varolacak; kimi düş, kimi de düşlem boyutunda dolaylı olarak olaylara  tanıklık edecek. Sibel Ates Yassıhöyük köyünde yaşayan, on üç yaşlarında bir kız çocuğu. Onun cinsiyetini, yaşını, kişiliğini, nasıl olsa bir kurgu kahramanıdır diye rasgele oluşturmuyorum. Yıllar öncesinde bir kitapta  okuduğum bir yazıda geçen, on iki yaşındaki bir kız çocuğunun, bir mağarada ilk insanların yaptığı boğa resmini bulmasının ansıması, bir çok turistik yerde rastladığımız rehberlik yapan çocuk figürü,  kazıbilimsel çevre varsıllığının  kahramanıma  sunduğu olanaklarla birleşip kazıbilime, söylencebilime meraklı, çok okuyan, imgelem dünyası çok gelişmiş, ergenliğe geçiş dönemini yaşayan bir kişiliğin olabilir yapısını desteklemiş oluyor düşüncelerimde. Sibel Ates kişiliğini kız olarak yeğlememde bir etmen de romanımı yazmaya başladığım yıllarda on iki yaşlarında olan torunum Işılay Meriç… Onun büyüme süreçlerindeki duygusal fırtınaları; düş kırıklıkları, doğruları, yanlışları; yaşamı keşfetme tutkusu, Mısır söylencebilimine düşkünlüğü bir bakıma için için Sibel Ates'in kişiliğini besliyordu. Sibel Ates'in halası Yağmur Ates, Ankara'da kazıbilim öğrencisi… Arada bir Yassıhöyük'e gelip gidiyor. Yeğeni ile arasında güçlü bir sevgi bağı var. Yağmur Ates, yeğeninin düşünsel gelişiminde, yaşadığı kimi duyuşsal açmazlarında  ona dayatmacı, öğüt verici olmayan, paylaşımcı bir yol göstericiliğine soyunacak. Ana öykümün akışı içinde alt bir ırmak gibi yürüyecek olan ikincil öykümün kahramanı ise Midas. Onu yoğun eğretilemelerle yeniden yaratarak  bir figürden bir imgeye; dahası, bir simgeye dönüştüreceğim. Şöyle ki; günümüze dek süregelen gülünç "Eşek Kulaklı Midas" imgesini, günümüz insanbiliminin saptayımları ışığında kesinlenmiş olan Midas'ın kulak tüylerinin uzunluğu betimlemesi ve kazıbilimin yeni bulguları ile örtüp düşürerek - onun  köleci bir toplumun temsilcisi olduğunu  anımsatmayı da atlamadan- ona, "hüzünlü ama onurlu sonu olan bir Anadolu kahramanı" kimliğini aktaracağım. Anlatıcım, genellikle birinci tekil kişi olacak. Zaman kipim, di'li geçmiş zaman…

   Yer, zaman, olay ve kişileri ile içsel bir bağ kurduğum romanımı yazmaya başlıyorum. Sibel Ates, alaysamalı bir dille akıttığım, "Midas'ın Altın Tutkusu" öyküsüne adımlıyor.  O serüveninde yürürken, ben de gelecek bölümlere bağ oluşturacak im, imge tuzakları kurmaya çabalıyorum…

   Romanımın birinci bölümünü bitirdiğim günlerde geçirdiğim ağır bir kaza, beni üç ay kadar bir süre yatağa bağlıyor. Biraz kımıldayacak duruma geldiğimde romanımı sürdürüyorum. Heybemdeki öyküler, imgeler beni rahat bırakmıyor çünkü. Ne var ki istediğim hızda gitmiyor roman. Sık sık geri dönüşlerim oluyor. Ayrıca, anlatımda istediğim ezginin tınısını alamıyorum bir türlü. Anlatımdaki bu düşmenin, zaman kipini  yanlış seçmemden kaynaklanabileceğini düşünüyorum. Bir zaman değiştirme denemesi yapıyorum. Amlatımı di'li geçmiş zamandan şimdiki zamana çekiyorum. Tümcelerimin yapısı tümden değişiyor…  Bu değiştirme işi biraz zamanımı alıyor ama sonuçtan hoşnut kalıyorum sonra. Şimdiki zaman kipinin  geçmiş ve gelecek zamanlara kayabilir özelliği ile öyküme şimdiki zamandan geçmiş ve gelecek zamanlara kadar uzanan bir genişlik sağlayıp anlatımın "söylencesel özelliğini" arttırıyor gibi geliyor bana.

   Roman ilerledikçe kahramanlarımla, kişilerimle, imgelerimle o denli özdeşleyim kuruyorum ki, kimi zaman kendimi kurgumun içinde buluyorum:

   "O gece Midas düşüme giriyor. Zavallım, başsız iskeletiyle mezarına doğru koşuyor. Ardından da karanlık yüzlü birtakım insanlar onu kovalıyor. Ben de arkalarından onlara yetişmeye çalışıyorum. Kurtarmak istiyorum Midas'ımı. Ama adamlar öyle hızlı koşuyorlar ki yetişemiyorum. Adamlar, tam Midas'ı yakalayacakken, Midas, mezarına giriyor. 'Kapan, mezar!' diye bağırıyor. Sesinin şiddetinden tümülüsün üstünden taşlar, topraklar akıyor. Adamlar taşın, toprağın altında kalıyor. Tümülüs yine eski durumuna geliyor. Midas'ım da mezarında kalıyor. Ben de var gücümle dışardan bağırıyorum:

   'Midas, Midas! Başını dışarıda unuttun! Başın Ankara'da, Eski Uygarlıklar Müzesinde kaldı' diye…"

   Romanda, Sibel Ates'in bir düşüydü bu … Kimi zaman  olgulara, olaylara kahramanımla aynı gözden bakıyoruz:

   "Şahinin gözleri adım adım büyüyor. Kentin eski zaman coğrafyasında eski zaman insanlarının görüntüleri yansıyor  gözbebeklerinde… Sanki (ben) bakıyoru(m) şahinin gözlerinden (…..) İç kalenin yıkıntılarına(…..), zamanın; surları, yapıları, yontuları ufalayıp nice (…..) yaşantıların üstüne bir toz bulutu gibi serpiştirdiğin(e) …..) "

   Kimi zaman bir psikanalitik karşıtlam sarmalında geçmişime; çocukluğuma gidiyorum:

   "Derin bir uykuda babam. Yüz çizgileri gevşeyip yufka gibi açılmış. Tam uyandıracağım sırada duraklıyorum. Gözleri yumuk olmasına karşın, kaşlarıyla çizilmiş tanış bir hüzün yakalıyorum yüzünde. Tıpkı Midas'ın Yassıhöyük örenine bakarken kapıldığı hüzün gibi. Çekimine kapılıyorum bu görünüşünün. Gözlerim yaklaşıp geziniyor yüzünde. Bir an sanki ayrışıp yüzü çoğalıyor. Yan yana gelen iki maske gibi. Yüzlerden biri Midas, diğeri babam… Her şeyleri ortak. Yalnızca kulaklar benzemiyor. Babamınkiler küçücük… Bu oyun ürkütüyor beni. Gözlerimi birkaç kez yumup açıyorum. Maskeler yeniden gelip üst üste babamın yüzüne oturuyor; o her zamanki güzelliğini geri vererek."

   Kimi zaman da doğa gözlemlerimden saptadığım bir olguyu, anlatımda kullanıp özgülleştirdiğimde ongunluklar yaşıyorum:

   "Çok geçmeden bir gece ılık bir rüzgâr esti ülkeye ipliksi ak telcikler taşıyarak... Artlarına takılmış örümcekleriyle uçuştular telcikler, ülkenin üstünde göğü aklığa bürüyerek. Kesildi rüzgâr sonra. Örümcekler iplik iplik aktılar yere. Çalışıp gece boyunca diplerine delikler açtılar toprağın. Ağlar ördüler özenle içine dışına her yanın. Ertesi gün doğduğunda güneş, ışıldadı ipeksi parıltılarla ülke. Coşkulandı Frigyalılar kutsal şarkılarla. Tava gelmişti toprak. Hemen sürülürse, bolca ürün alınacak..." 

   Yazım işimin aksadığı, günlerce bir satırcık bile yazamadığım da oluyor. Beni bunalımlara sürükleyen böyle zamanlarımda bırakıyorum romanı. Kendimi isteklendirmek, güdülemek için sevdiğim bir yazarın ya da bir şairin yapıtına dalıyorum. Bu arada araya, beni yeniden bir süre daha yatağa bağlayan bir trafik kazası ile küçük oylumlu iki roman  giriyor... 

   Sonunda romanımı bitiriyorum. Demleyip demleyip elden geçiriyorum. Yapıtımda  bilimsel bakımdan -herhangi bir mantık ve zamandizin yanlışı yapıp yapmadığımı- denetlemeleri için bilim insanları Veli Sevin, Tacîser Sivas ve Bilge Umar'a gönderiyorum. Aldığım dönütlerdeki katkılar bağlamında romanımda bir çok düzeltmeler, eklemeler, çıkarmalar, değiştirmeler yapıyorum. 

   Felsefeci Ahmet İnam, "Türkiye'de binlerce yıldan beri sürülmeyi, işlemeyi bekleyen bir felsefe toprağı, inanılmaz biçimde zengin bir felsefe öncesi yaşam, felsefe öncesi birikim vardır" der .  Benliğime içselleştirdiğim bu deyişin özgöndergesini yapıtıma olduğunca dokumaya çalıştım. Özgöndergem ise; ana metinde kullandığım imge, simge, eğretilemeler kimi ayrımlı iletiler taşısa da ileti ağım temelde bir düşünceyi besliyordu: "On bin yıllık tarihi olan bu güzel yurdumuz, toprağı ile kalıtları ile nice paylaşılmış yaşantıları ile bizimdir…" 


II. ULUSAL ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATI SEMPOZYUMU
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, Ekim 2006, s. 815-819


·  Midas'ın Serçe Parmağı'nın yaradılış öyküsü
·  Bir derin çığlık; Dolunay vardı
·  Sedat Sever'in 2007 sorgulaması üzerine
·  Çocuğu iyi okuyan bir yazar; Sevim Ak ve Lodos Yolcuları
·  Anadolu Uygarlığı'nın Öncesinden  Etkilenen ve Sonrasını Etkileyen Özgün  Yorumlayıcıları Frigler
·  Ayla Çınaroğlu"nun 'Yedi Kapılı Kent' Adlı Öyküsünde Masal Öğeleri, İmgeler, Anlatıcı İmgeleminin Arkatasarı
Sayfa başı...

                                                                                                                                         
Sayfa başı...

                                                                                                                                         
Sayfa başı...

                                                                                                                                         
Sayfa başı...

 
 
 
 
 
Tacîser Tüfekçi Sivas ile, "Anadolu Uygarlığı'nın Öncesinden  Etkilenen ve

Sonrasını EtkileyenÖzgün  Yorumlayıcıları Frigler" Üzerine Söyleşi


2007 yılında TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Eskişehir Şubesi tarafından Tacîser Tüfekçi  Sivas ve Hakan Sivas tarafından kaleme alınan "Frig Vadileri (Frigler'den Türk dönemine Uzanan Kültürel Miras)  adlı bir kitap yayımlandı. Bu yılın başında (26 Aralık 2007-13 Nisan 2008) Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi'nde dünyada ilk kez "Frigler'in Gizemli Uygarlığı" adlı bir sergi açıldı. Aynı kuruluş (YKY), Tacîser  Tüfekçi Sivas'ın bilimsel danışmanlığında Frig Uygarlığı'nı her yanıyla tanıtan, uzmanları tarafından yazılmış makalelerin ve sergideki resimlerin yer aldığı "Frigler'in Gizemli Uygarlığı" adlı bir katalog yayımladı. Eş zamanlı olarak (ocak 2008)  National Geographic dergisi de, yine Tacîser Tüfekçi Sivas'ın kaleminden Frigler'i dosya olarak işledi. 2008 yılı bir "Frig Yılı"  gibiydi…

Eski Çağ yazarlarına ve son kazıbilimsel ve epigrafik bulgulara  göre Frigler'in Erken Demir Çağ'da (MÖ. yaklaşık 1200-950) Makedonya ve Trakya'dan Boğazlar yolu ile Anadolu'ya göç eden Trak boylarından biri olduğu,  genel görüş olarak  kabul ediliyor. MÖ. 8. yüzyıldan başlayarak özellikle Anadolu tarihinin efsaneleşmiş ünlü kralı Midas ile özdeşleştirilen Frig Uygarlığı, görkemli bir gerdanlık gibi Orta ve Batı Anadolu'da ışıldar. Anadolu Uygarlığı birikimlerini (Hatti- Hitit) ve çağdaşlarından (Urartu) aldıkları esinleri/ etkileri kendilerine özgü yorumlayıp kendinden sonraki uygarlıklara uç verir. Taş ve ahşap mimarisi, mobilyacılığı, maden işleme teknikleri, dokumacılığı,  müziği ve belki de en önemlisi tek tanrı gibi gördükleri Ana Tanrıçalarının kültü ile... Ve sonraki  dönemler içinde yavaş yavaş Anadolu halkına karışıp sessizce giderler (yaklaşık MS. 500 dolayları). Artlarında çok geniş bir coğrafyaya (Orta ve Batı Anadolu'ya)  tümülüslerini ve  kutsal tanrıçalarını imledikleri kült anıtlarını bırakarak…

Tacîser Tüfekçi Sivas  ile Anadolu Uygarlığı'nın gelişiminde önemli bir halka olan Frigler ve Frig Uygarlığı üzerinde söyleştik.

Tacîser  Tüfekçi Sivas, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı'ndan 1983'te mezun oldu. 1985-1986 yılları arasında İtalyan Hükümeti'nin araştırma bursu ile Roma'da Universita di Roma "La Sapianza" bünyesindeki Istituto Paletnologia'da bilimsel çalışmalar yaptı. 1988'de İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı'ndan yüksek lisansını aldı. Doktorasını 1997'de aynı üniversitenin Eskiçağ Tarihi Bilim Dalı'ndan, doçentlik unvanını ise 2004'te, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı'ndan aldı.
1980-1985 yılları arasında stajyer öğrenci olarak  Kaleköy, İmikuşağı, Tille, Dilkaya, İkiztepe, Klazomenai ve Efes kazılarına; 1985-1989 yıllarında kazı heyet üyesi olarak Şemsiyetepe kazısına, 1989 yılından itibaren de Şarhöyük (Dorylaion) kazısına  katılan Tacîser Tüfekçi Sivas, 2001 yılında Frigler'in Eskişehir, Kütahya ve Afyonkarahisar bölgesindeki  yayılım alanları ve yerleşim modellerini araştırmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı adına  Eskişehir, Afyonkarahisar ve Kütahya illerinde arkeolojik yüzey araştırmalarına başladı. 2005'te Kültür ve Turizm Bakanlığı adına  Şarhöyük Arkeolojik Kazı'sının  Başkanlığı'nı Prof. Dr. A. Muhibbe Darga'dan devraldı. Aynı yıl halen sürdürmekte olduğu Eskişehir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu üyeliğine seçildi. 
Özellikle Frig uygarlığı, kült anıtları ve kaya mezarları üzerine bir çok ulusal ve uluslararası sempozyumlarda bildiriler sunan; ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde makaleleri yayımlanan ve ulusal ve uluslararası projelerde üyelik ve yöneticilik yapan Tacîser Tüfekçi  Sivas, yine bu alanda kitap yazdı, sergi bilimsel danışmanlığı  yaptı. 2008 yılında Eskişehir Sanat Derneği'nin Arkeoloji ödülüne layık görüldü.

- 1990 yılından beri  Frig Uygarlığı üzerine kesintisiz olarak araştırma ve çalışmalarınızı sürdürmektesiniz. 1997 yılında verdiğiniz -daha sonra 1999' da kitaplaşan -doktora tezinizle (Phryg Kaya Anıtları, Anadolu Üniversitesi Yayınları.) Dağlık Frigya'daki Frig dönemine değgin anıtların ayrıntılı bir envanterini çıkardınız. Bir kadın bilim insanı olarak Frigya Vadiler'ini adımlarken  Leake'den (1800) bu yana  bir çok gezgini, bilim insanını özellikle bir kadın bilim insanı olan Haspels'ı sık sık anımsamış ya da onlarla özdeşleşmiş olmalısınız. Neler duyumsardınız böyle anlarınızda? Bir de 1990'dan bu yana çalışma alanınızda Frig anıtları bağlamında ne gibi bulgular/ buluntular eklemlendi envanterinize?
- C. H. E. Haspels'ın kaleme aldığı fakat yayınlayamadığı, günümüzde D. Berndt tarafından düzenlenerek yayınevine baskıya verilen bir kitap var. Heyecanla onu bekliyorum. Sergi kataloğunda bu kitaptan bazı bölümleri yayınladı (s.33-48). Kitabın ismi "I am the Last of the Travellers, Midas City Excavations 1937-1939. The Highlands of Phrygia: Survey 1946 and 1950 (Ben Gezginlerin sonuncusuyum, Midas Şehri Kazıları 1937-1939. Dağlık Frigya Araştırmaları 1946 ve 1950) " Haspels kitabına bu ismi koyarken sanıyorum çok keyif aldığı ama bir o kadar da zahmetli ve yorucu geçen Dağlık Frigya araştırmalarına kendisinden sonra kimsenin devam etmeyeceğini düşündü. Şimdi geriye baktığımda 1990'dan günümüze kesintisiz 18 yıldır her sene en az bir ay olmak üzere ben ve araştırma ekibim Haspels'ın araştırmalarının ışığında, onun çalışmalarını bir adım daha ileriye götürmek için bölgede arkeolojik yüzey araştırmaları yapıyoruz.
Amestardam Üniversitesi Klasik Arkeoloji kürsüsünde öğretim üyesi olan Haspels, 2. Dünya Savaşı yıllarını İstanbul'da geçirmiştir. Bu tercihi ile ilgili olarak da, ".... Midas Şehri'ni sarmalayan dağlar, geniş yaylalar, ışıklı fıstık çamı ormanları, su değirmenlerinin yer aldığı vadi yatakları ve emsalsiz çeşitli tüf kayalardan oluşan Frigler'in mirasını geride bırakamadım..."  der. Frigya sevdası bu olsa gerek!..
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölü'münde genç bir asistan olarak göreve başladığım yıl,  İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eskiçağ Tarihi Bilim Dalı'nda doktora programına da kaydolmuştum. Doktora tez danışmanım (Doktora Babam) çok sevgili hocam sayın Prof. Dr. Taner Tarhan, "...Taci, madem akademik hayatına Eskişehir'de devam edeceksin, o zaman seni Frig uzmanı olarak yetiştirmeliyiz. Türkiye'de bu konuda uzman çok az. Sen C. H. E. Haspels'ın izinden git bakalım. Dağlık Frigya'daki Frig kült anıtlarını çalışacaksın" dedi. Gerçeği söylemek gerekirse ben değil Dağlık Frigya'yı, Eskişehir'i bile hayatımda hiç görmemiştim. Bir kez trenle Ankara'ya giderken istasyonda yoğurt ve haşhaşlı yemiştim. Çünkü öğrencilik yıllarım Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki kazılarda geçmişti. 1989 yılından itibaren Haspels'ın Frig arkeolojisine kazandırdığı baş yapıt  "The Highlands of Phrygia: Sites and Monuments I-II, Princeton 1971" kitabıyla başladı benim Frigya'yı keşfetme maceram. Ondan sonra da hiç kopmadı Haspels ile olan bağlantım. Onun daha önce keşfettiği, hayranlıkla izlediği her anıt ve her yerleşme beni de heyecanlandırdı. Onun bulup çizdiği, günümüzde ne yazık ki hunharca patlatılan anıtları gördükçe iyi ki Haspels anıtları bu haliyle görmedi diye seviniyorum. Onun gözünden kaçan bazı detayları saptadıkça; çevrede yeni anıtlar, yapılar buldukça, hem kendi adıma hem de Haspels adına seviniyorum. Bazı köylerde, çocukluğunda Haspels'a yardım etmiş, onu at sırtında tırmanırken ya da bir kaya mezarında dinlenirken hatırlayan 70'ini aşmış köylülere rastlıyoruz. Hepsi o kadar net anımsıyorlar ki Haspels'ı. Yüzey araştırmalarımızda Haspels hep bizimle… Ekipten biri yani...
Su değirmenleri ve patlatılan anıtlar dışında Dağlık Frigya'da Haspels'dan günümüze değişen pek fazla bir şey yok. Frig Vadileri hâlâ keşfedilmeyi bekleyen gizemlerle dolu. Haspels'ın da dile getirdiği gibi, içimizde bu eski anıtları çıplak kayalar arasında ya da sessiz ormanlarda tenhalığı tercih ederek hayranlıkla izleme isteği var. Keşke sihirli bir güç bizi bölgenin Frigler tarafından iskan edildiği zamana geri götürebilseydi. Buraların bir zamanlar hareketli, ve rengarenk giysilere bürünmüş, coşkulu şarkılar söyleyen insanlarla dolu olduğunu düşünmek bile insanı heyecanlandırıyor.
Bizim 1990 yılında başlayan çalışmalarımız, Haspels'dan sonra bölgede devam eden kapsamlı tek çalışma şimdilik. Yani Haspels kendisini Son Gezgin olarak tanımlarken pek de haksız değilmiş. Biz Dağlık Frigya'nın dışına da çıkarak, özellikle Haspels'ın araştırma yapmadığı bölgelerdeki Frig yayılım sahasını ve yerleşim stratejisini araştırıyoruz. 2000-2008 yılları arasında daha çok Eskişehir'in doğusu, güneydoğusu ve kuzeyini inceledik. Yani başkent Gordion ile Dağlık Frigya Bölgesi arasında bir geçiş bölgesi olan Sivrihisar, Sündiken ve Günyüzü dağlarının eteklerinde araştırma yaptık. Bu çalışmalarımızda Aktepe Kalesi, Zey kalesi, Yaslanbayır, Tepecik, Üçbaşlı gibi bir dizi yeni Frig yerleşmesi ile Kuzören, Menekşe kayalar, Sülün anıtı gibi fasad (mimari cephe), basamaklı sunak, niş ve oda mezarlardan oluşan dini içerikli kaya anıtları saptadık. Ayrıca son yıllardaki araştırmalarımızda, bölgedeki  mezar stelleri üzerindeki bağcılık aletleri ve tanrı Dionysos'a ithaf edilmiş yazıtlardan antik çağda varlığını bildiğimiz bağcılık ve şarap üretimine yönelik kayaya oyulmuş üzüm presleri de saptadık. Sivrihisar çevresinde hâlâ devam eden bağcılık ve pekmez yapımı da Eskiçağ'dan itibaren devam eden köklü bir üretimin günümüze yansıması.

-Burada özellikle Yazılıkaya Anıtı üzerinde durmak isterim. "Midas'ın Serçeparmağı" romanımda bu görkemli anıtın yapılış süreçlerini ve anıtın çağrıştırdığı imgeleri yazarken anıtı tarihlendirmemde ve betimlemelerimde "Frigya Kaya Anıtları" kitabınız temel kaynağım olmuştu. Roman bittikten sonra Gordion iç kalesi illüstrasyonunda (Handan Kaynakgöz) ve bilimsel denetlemede sizin ve Veli Sevin Hoca'nın romanımın bilimsel arka tasarını sağlamlaştıran çok değerli katkılar almıştım. Dağlık Frigya'nın bu eşsiz anıtı ve diğerleri ne yazık ki doğanın ve gömü avcılarının acımasız saldırı sonucu derin yaralar almış durumda. Siz her fırsatta -söylemlerinizde/ anlatılarınızda- çığlık atarcasına bu olguyu imliyorsunuz.  Bu sorun zaman zaman da yerel/ ulusal basında ve yurtiçi/ yurtdışı bilimsel kongrelerde dile getirilmekte. Nedir Sayın Sivas bu ulusal ve evrensel değerdeki kültürel varlıklarımızın kıyım ve koruma durumu? Şu anda uygulanmakta olan bir proje var mı bu konuda, ya da gündeme gelecek gibi gözüken?..
- Eskisehir, Kütahya ve Afyonkarahisar illeri arasında uzanan Dağlık Frigya Bölgesi'ndeki Frig vadileri, ülkemizdeki tarih, kültür ve doğa turizmi potansiyeline sahip en güzel vadilerdendir. Bu vadilerde yer alan Frig kaya anıtları da Frig sanatının, kaya mimarisinin en çarpıcı örneklerini oluşturur. Bu anıtlar, Friglerin doğayı, doğurganlığı bereketi simgeleyen Anadolulu Ana Tanrıçası Matar Kubileya'nın gizemli kült anıtlarıdır. Anadolu Kültür Tarihi'nin ünik birer eseri olan bu anıtlar, volkanik tüf kütleleri üzerine oyulmuştur ve binlerce yıldır doğanın sert iklim koşullarına karşı inatla direnerek günümüze kadar gelebilmişlerdir. Ancak, anıtlar bu süreçte olumsuz doğa koşullarının neden olduğu doğal tahribatlarla giderek özgün görünümlerinden uzaklaşmıştır. Günümüzde hâlâ hiç bir koruma önlemi alınmadığı için doğanın acımasız gücü karşısında anıtlar tahrip olmaya devam  etmektedir. Bu tahribatlardan en çok etkilenen anıtların başında Yazılıkaya-Midas Anıtı gelir. Bu görkemli anıt, dik bir kaya yüzeyine oyulmuş olup 17 m. yüksekliğinde 16.40 m genişliğindedir. Frig başkenti Gordion'dan (Yassıhöyük) iyi tanıdığımız batı Anadolu kökenli bir konut tipi olan dikdörtgen planlı, beşik çatılı bir megaronun ön cephesini temsil etmektedir. Günümüzde anıtın alınlık kısmı çok tahrip olmuştur. Tepe akroterinin ortasından başlayan derin çatlak, iki yana eğimli üçgen alınlığı ikiye bölmüştür. Bu çatlak zaman içinde özellikle don olayına bağlı olarak daha da genişleyip derinleşerek cephe duvarının ortalarına kadar ilerlemiştir. Bu durum, aynı zamanda alınlık yüzeyindeki bezemelerin de büyük ölçüde tahribine yol açmıştır. Alınlığın yanı sıra kayalık zeminde biriken yağmur ve kar suları nedeniyle anıtın alt kısmı de ciddi şekilde tahrip olmuştur. Ayrıca, daha yukarıdaki kayalardan koparak anıtın arkasına düşen büyük kaya bloğunun arkadan yaptığı basınç da anıt için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Bu anıt için başlatılan tüm koruma ve onarım projeleri, ne yazık ki başlangıç aşamasında yarım bırakılmış ve anıt şimdilik kaderine terk edilmiştir. Bölgede biraz daha küçük ölçekli aynı tip 8 anıtsal kült yapısı daha vardır ve hepsi benzer sorunlar nedeniyle yok olma sürecine girmiştir. Gökbahçe köyü sınırları içindeki Bahşeyş anıtı, hafifçe dışa taşkın beşik çatısı ve yan duvarları ile karşıdan bakıldığında adeta üç boyutlu bir eve benzemektedir. Bu anıtta da cephe duvarının özellikle alt kısmındaki bezemeler ile kapı geçidinin tabanı çok aşınmıştır. Fakat anıtlara esas öldürücü darbeler bölgede son yıllarda giderek artan defineciler tarafından vurulmaktadır. Defineciler ve eski eser kaçakçıları cahilce kayaların içinde düşledikleri hazineyi bulma hayali ile anıtları acımasızca dinamit ile patlatarak aslında en değerli hazinemiz yok etmektedirler.
Afyon ili sınırları içinde Döğer beldesi yakınlarında yer alan anıtsal Aslankaya Anıtı, Küçük Kapı Kaya Anıtı ve Büyük Kapı Kaya Anıtı son yıllarda bu umutsuz hayalin uğruna patlatılarak acımasızca tahrip edilmişlerdir. Yine Eskişehir il sınırları içinde, Han ilçesine bağlı Yazılıkaya köyünün hemen yanı başında tüm ihtişamı ile yükselen Yazılıkaya-Midas Şehrindeki kaya mezarı ören yerinin bir bekçi olmasına rağmen bir gece korkusuzca dinamit ile patlatılmış, daha sonra Eskişehir Arkeoloji Müzesi uzmanları tarafından onarılmıştır. Son olarak Eskişehir-Günyüzü ilçesi Kuzören köyü yakınlarında bugün için Eskişehir il sınırları içinde tek örnek olan Ana Tanrıça kabartmalı Frig kaya anıtı da definecilerden nasibini almış bir şekilde bulunmuştur. Ne yazık ki hazine avcıları bu anıtı da dinamit ile patlatarak tahrip etmiştir. Bölgenin gerek tarihi gerekse turizm açısından en önemli kültür varlıklarını bünyesinde barındıran Frig Vadileri ve Frig anıtlarına, ne yazık ki henüz hak ettikleri ilgi gösterilmemektedir. Bu anıtlar için bir an önce restorasyon ve güçlendirme projelerinin hazırlanması gerekmektedir. Toprağın, bereketin simgesi Ana Tanrıça Matar Kubileya'nın anıtları cehalet yüzünden yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Frig Vadileri'nin, geniş kapsamlı bir koruma projesinin aşamalarla hayata geçirilmesi ile birer açık hava müzesi olarak kültür turizmine açılmasının zamanı çoktan gelmiştir. Bu konuda hemen İnşaat Mühendisleri Odası Eskişehir Şubesi'nin duyarlılığını ve katkısını belirtmek isterim. Oda yönetim kurulu benim ve Doç. Dr. Hakan Sivas tarafından kaleme alınan "Frig Vadileri: Frigler'den Türk Dönemi'ne Uzanan Kültürel Miras" isimli bir kitap bastırdı. Bu kitapta Frig Vadileri'nin görkemli tarihi eserlerinden bir kesit sunuluyor. Son bir gelişme; üyesi olduğum Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Eskişehir Şubesi olarak "Frig Vadileri'nin tanıtımı ve kültür turizmine kazandırılması" adlı bir proje hazırladık. Bu proje Eskişehir'deki tüm kadın derneklerini kapsayan Kadın Platformu'nun projesi olarak kabul gördü. 2009 yılı bizim bölgemiz için Frig yılı… Amacımız öncelikle bu vadilerin ulusal ve uluslararası tanıtımının hak ettiği şekilde yapılması. Bunu başarabilirsek anıtların gelecek kuşaklara aktarılması ile ilgili çalışmalarda da ciddi, kalıcı adımların atılacağına inanıyorum.

- Bilimsel danışmanlığını yaptığınız  "Frigler'in Gizemli Uygarlığı" sergisini özellikle gezmek için gitmiştim İstanbul'a. Daha müzeye girer girmez, Bülent Alaner'in düzenlediği Frig modundaki müzikle Frig Uygarlığı içinde bulmuştum kendimi. Onlarca Frig yapıtı arasında… Beni en çok etkileyen, Anatanrıça Kubileya ile  "yaşam ağacı ve keçiler" askılı friz levhasındaki keçiler  oldu. "Phryg Kaya Anıtları" kitabınızda (s.9) "Frig ahşap mimarisi ve mobilyacılığın yanı sıra Frig madenciliğinin ulaşmış olduğu üstün düzey göz önünde tutulursa, (İç Anadolu) orman alanlarının tüketilmesinde Frigler'in de rolünün olduğu ileri sürülebilir" diyordunuz. Bir önemli etmen de "cephe kaplama levhası" ile gösterilmiş oluyor böylelikle… "Yaşam ağaçlarımız" olan ormanlarımızın günümüzde de işlevlerini yerine getiren keçiler… Bir de şunu söylemek isterim: 14 Mart 2008 tarihli Sabah gazetesinde Atilla Dorsay, "Türkler Anadolu'ya ne zaman sahip çıkacak?" başlıklı yazısında "Frigler'in Gizemli Uygarlığı" sergisindeki izlenimlerini dile getirmiş: "... sergiyi geziyorum. Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ndeki az, ama çok önemli eserlerinden tanıdığım Frig Uygarlığı, ne güzel işler yapmış! Yalnız Ankara'dan değil, Eskişehir, Burdur, Isparta, Kütahya, Afyon ve elbette en çok Gordion müzelerinden getirilen eserler, ayrıca Midas Kenti mimari eserlerinin büyük boy fotoğrafları, bir büyülü hava yaratıyor (.....) gezerken dikkat ettim, bütün o görkemli mimari yapıları önce yabancılar görmüş, tümülüs ve mezarları onlar keşfedip kazmışlar. (.....) Bizler, kaç yüzyıl boyu bu toprağın altında ve üstünde yatan tarihe hiç ilgi duymamışız . Üstüne üstlük, bir utanç panosunun hatırlattığı gibi bu eserlere yakın zamanda adına define tutkusu denen hastalık musallat olmuş..." diyor.  Sayın Sivas, ülkemizin kültürel varsıllığını ortaya koyan bu görkemli serginin işlevselliğinden, dönütlerinden ve gerçekleşmesiyle ilgili öyküsünden kısaca söz eder misiniz?
- Bana göre, bir Türk aydınının kaleminden çıkan bu satırlar bu serginin amacını, vermek istediği mesajı en kısa, en yalın ve en etkili bir şekilde özetliyor. 3 ay boyunca sergiyi dolaşan sayıları 40.000'i aşan her yaş ve her sınıftan izleyicinin sergi defterine yazdığı övgü dolu satırlarda da serginin ulaştığı başarı çok açık olarak izleniyor. Küçük bir izleyici bakın ne yazmış : " ...öğretmenim bana Midas'ın hikayesini anlatınca çok beğendim. Çok güzel ve çok ilginç eserler vardı. Herkes onlara hayran kaldı ve onları çok sevdi. Ramazan Koyuncu ".
İstanbul Yapı Kredi Kültür Sanat A.Ş. daha önceki yıllarda Anadolu'nun farklı zaman dilimlerine ait uygarlıklarını çarpıcı özellikleriyle tanıtmaya yönelik çok başarılı sergiler düzenlemişti. Bu sergilerden hemen akla gelenler arasında Çatalhöyük, Troya, Hitit, Urartu sergileri sayılabilir. Bu kurumun yetkilileri, 2007-2008 yılı içinde Anadolu'nun güçlü Demir Çağ krallıklarından Frigler'i sergi teması olarak seçmişler. 2007 yılının Mart ayında Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi müdürü ve sergi koordinatörü Şennur ŞENTÜRK önce telefonla arayarak Frig sergisinde bilimsel danışman olarak benimle çalışmak istediklerini söyledi. Oysa, Frig başkenti Gordion'u kazan ve Frigler üzerine 1950'li yıllardan beri çalışan bir çok yabancı meslektaşım vardı. 1990 yılından itibaren akademik araştırmalarımı Frigler ve Frig kaya anıtları üzerine yapmaktayım. Bu alandaki çalışmalarımın takdir görmesi ve yetkililerin bir Türk araştırmacı ile bu sergiyi hazırlamak istemesi beni çok onurlandırdı. Bugüne kadar Friglerle ilgili dünyada böyle bir sergi yapılmamıştı. İstanbul'daki bir kaç toplantıdan sonra yaz aylarında Frigler'in ana yerleşim alanı içinde yer alan Ankara, Gordion, Eskişehir, Kütahya, Afyonkarahisar ve Burdur müzelerinden taşınabilir nitelikte 275 adet özgün Frig eserini seçtik. Bu eserler arasında Frigler'in gelişmiş maden sanatının en dikkat çekici örneklerini oluşturan tunç kaseler, kazanlar, testiler, kepçeler, kemer ve fibulalar (çengelli iğne); boya bezemeli ve metal taklidi gri renkli pişmiş toprak Frig çanak çömlekleri, dokuma aletleri; kemik iğneler; taş kabartma ve heykeller; pişmiş toprak mimari kaplama levhaları ve çatı kiremitlerini sayabiliriz. Zengin orman kaynakları nedeniyle Frigler'de ahşap işçiliği ve mobilya endüstrisi çok gelişmiştir. Hayvancılığa bağlı olarak gelişen dokumacılık ise bir başka iş koludur. Özellikle Gordion tümülüslerinde ele geçen ve yıllarca süren restorasyon çalışmaları sonucunda Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenebilen eşsiz ahşap masa sehpa ve iskemleler ile az sayıdaki dokuma örneklerini eserlerin hassasiyeti nedeniyle sergiye getiremedik. Frig kaya mimarisinin en özgün örneklerini oluşturan kaya anıtlarını da sergiye taşımak mümkün değildi. Bu eserleri müzenin duvarlarına astığımız büyük ölçekli fotoğraflar ve panolardaki açıklamalarla izleyiciler ile buluşturduk.
Antik çağ yazarları, Frigler'in müzik ve dansta üstün bir performans sergilediklerini, başta kaval olmak üzere bir çok müzik aletinin yine Frigler tarafından bulunduğunu belirtmişlerdir eserlerinde. Bu bağlamda sergi için özgün bir şey yaptık. Özellikle Klasik Türk Müziği'nde "Frigyen Modu" ya da "Frigya Makamı" olarak adlandırılan, Adnan Saygun'un Yunus Emre Oratoryası'nda, 13-14. yüzyıllarda Yunus Emre ilahilerinde, daha da geriye gidildiğinde Antik Çağ müziğinde karşımıza çıkan Frigyen modunun kullanıldığı müzik parçaları Prof. Dr. Bülent Alaner tarafından  düzenlenerek bir CD'de toplandı. Ziyaretçiler, bu müzik eşliğinde sergiyi gezdiler. Doç. Dr. Hakan Sivas ile birlikte bir de Türkçe-İngilizce sergi kataloğu hazırladık. Bu katalogda Frig uygarlığını her yönü ile tanıtan, uzmanları tarafından yazılmış makaleler ile sergilenen eserler yer alıyor. Ayrıca, müzede sergi sürecince sergi ile bağlantılı etkinlikler yapıldı. Şubat ayı etkinliklerinden birinde ben Frigler'in Gizemli Uygarlığı isimli bir konferans verdim. Aynı etkinlik kapsamında Prof. Dr. Bülent Alaner de Frigya'dan Günümüze Müzik ile Yaşayan Anadolu isimli bir konferans verdi. Ayrıca, profesyonel eğitmenler eşliğinde çeşitli yaş gruplarındaki çocuklara sergi gezdirilerek, sergiyle ilgili resim, seramik, tiyatro atölye çalışmaları yaptırıldı.
Uluslararası ve ulusal basında, ulusal TV ve radyo kanallarında sergiyle ilgili büyük övgüler topladık. Bilimin toplumun her kesimi ile buluşabilmesi, topluma yön vermesi müthiş bir haz. Küçük bir izleyicinin sergi defterine yazdıkları, bu serginin sonunda benim için en büyük mutluluk kaynağı oldu: "Bu sergiyi tam 16 kere gezdim. Ve Frigyalıların çocuk etkinliklerine her sefer katıldım. Bu sergi olağanüstü bir sergi. Babam ve ben çok şanslıyız. Teşekkürler. Melisa Sermet "

- Friglerin parlayış döneminde (MÖ. 900-700) Anatanrıçaları "Kubileya"nın daha Yunan ve Roma panteonuna girmediği biliniyor. Öncülleri Anadolu Neolitik Çağ'ından gelip Tunç Çağı'nda belirginleşen ve Demir Çağı'nda Frig'de özgünleşmiş olan bu Anatanrıça Kültü'nün Frig toplumsal ve siyasi  yaşamını biçimlediği ve diğer uygarlıkları da zamandizinsel evreler içinde etkileyerek inançsal olguların ortakköküne götürdüğü görülüyor. Azra Erhat daha 1972'lerde "Anatanrıça Kültünü aydınlatmak bugün kazıbilim, tarih, din tarihi, söylencebilim, sanatla yazın tarihinin katışık görevi olmalıdır" (Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi 1978, s.199.) der. Bu alanda Türk - örneğin Fahri Işık- ve yabancı - örneğin Lynn E. Roller- birçok bilim insanının araştırmaları var. Sizin araştırıp incelediğiniz bulgularda/ buluntularda gördüğünüz Anatanrıça görüngüsü nedir?
- En önemli yaşam kaynağımız olan toprağın bereketi ile özdeşleşen ürünün bolluğunu, kadının, yani ilahi söylemle Ana Tanrıça'nın doğurganlığı ile bağdaştırmak, Anadolu insanının M.Ö. 7. bin yıldan beri benliğine, kimliğine yerleşmiş, adeta nesilden nesile, toplumdan topluma geçen genetik bir inanç olmuştur. Günümüzde ünlü halk ozanımız Aşık Veysel:
" .......
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi,
Kazma ile dövmeyince kıt verdi,
Benim sadık yarim kara topraktır
......
Hakk'ın gizli hazinesi toprakta.
Benim sadık yarim kara topraktır
....."
dizeleriyle çok yalın, bir o kadar da içten duygularla dile getiriyor; Anadolu insanının toprakla olan ilahi birlikteliğini. Elbette Frigler de bu ortak paydadan kendilerine düşeni almış, Anadolu topraklarında tanıdıkları, bereket bahşeden, koruyan, kollayan Ana Tanrıça'ya en içten duygularla bağlanmışlardır. Ana Tanrıça, Frig dininde adeta tek tanrı olarak tapınım gören, en büyük ilahi Ana'dır. O, Frigli için yaşamın kaynağı, doğanın doğurganlığın, bereketin kendisidir. Bu nedenledir ki Frigli Ona en yalın şekliyle MATAR=ANA veya MATAR KUBİLEYA (Dağların ANASI) olarak seslenmiştir ibadetlerinde. Bu ismin dünden bugüne Batı dillerine aynı anlamıyla "Mother ya da Mutter" şeklinde kök sürmüşlüğü ise Anadolulu Ana'nın, diğer bir deyişle Anadolu Uygarlıklarının modern Batı Uygarlığı'nın yaratılmasında oynadığı önemli rolü yansıtması bakımından çok dikkat çekicidir.
Frig dini inancına göre: Toprak O'nunla sürülür, tohum O'nunla atılır, ekin O'nunla biçilir. Doğuran da doyuran da O'dur. Bu nedenle Gök Kubbe'nin altındaki uçsuz bucaksız doğa, ulu dağlar ve yalçın kayalar bütünü ile O'nun, yani MATAR'ın tapınağıdır ve kutsaldır! Sonraları, tanrıça mimari bir yapıya dönüştürülen kayaların içinde yaşamaya devam etmiştir. Sembolik kapı, her an tanrıçanın varlığını hissettirir. Kapı bir gün açılacak ve tanrıça kayaların derinliklerinden çıkarak bereket ve bolluk bahşedecektir kendisine inananlara...
MATAR'ın gizemli ritüellerine tanıklık eden Frig dilinde yazılmış belgeler bugün için sayıca çok azdır. Bunlar da okunabilmekle birlikte birkaç kelime ve isim dışında henüz anlaşılamamaktadır. Bu nedenle, özellikle Eskişehir, Kütahya ve Afyonkarahisar illeri arasında yer alan Dağlık Frigya Bölgesi'ndeki Frig yerleşmelerinin girişlerinde veya yüksek kısımlarında, tabiatın ortasında, su kıyında, ya da tarla kenarında ana kayadan yontulmuş anıtsal ya da küçük ölçekli fasad (mimari cephe), sunak ve nişlerden oluşan kült anıtları, otantik Frig dini tapınımlarının şimdilik en önemli tanıklarını oluşturmaktadır. . 

- Anadolu köylerindeki kimi yapılarda  Frig yapı biçimini görülür bugün bile. Ahşap hatıllar arasında kerpiç örülü evler… Kimi dantellerde ve halılarda da Frig örgeleri… Friglerin Anadolu kültüründe yaşayan daha nice izlerinin/ etkilerinin (müzikte, tarımda, hayvancılıkta vb.) sürmesi Anadolu tarihinin günümüzü de kapsayan hangi olgularına bağlanabilir?
- Çok bilinen bir söylemle bugün olduğu gibi geçmişte de Anadolu'muz, Asya ile Avrupa arasında doğal bir köprü durumundaydı. Engebeli topografik yapısına rağmen elverişli coğrafi koşulları ve doğal kaynakları ile tarihin en erken dönemlerinden itibaren iskan edilen bu topraklar, tarih boyunca hem batıdan hem de doğudan bir çok kavmin istilasına uğramıştır. Her yeni gelen topluluk bu toprakları gelip geçilen bir yer olarak değil, aksine kalıcı yurt olarak benimsemiş, böylece Anadolu'nun farklı köşelerinde yerli ve yabancı halkların kaynaşması sonucunda, Anadolu Uygarlıkları olarak tanımladığımız çok renkli bir kültür mozayiği yaratılmıştır. Yeninin eskisinden öykünerek, etkilenerek ve kendisinden de bir şeyler katarak oluşturduğu, birbirini takip eden bu uygarlık süreci içinde bitek Anadolu toprakları hep birleştirici, kaynaştırıcı bir pota olmuştur. Tarihi süreç içinde özellikle Eskiçağ'dan günümüze baktığımızda -şehir merkezleri dışında- Anadolu topraklarının ekonomik ve endüstri kaynakları, farklı bölgelerde topografya, coğrafya ve iklim koşullarına göre şekillenmiş olan yaşam biçimlerinin çok da fazla değişmediğini görüyoruz.
Friglere baktığımızda ekonomisi çiftçiliğe dayalı, barışsever bir toplumla karşılaşmaktayız. Bu insanların özgürlüklerine düşkün, tarım ve hayvancılıkla geçinen, doğa ile barışık, yaşadıkları coğrafyanın dağlık ve ormanlık olmasından ötürü ahşap işçiliği ve marangozlukta ilerlemiş, kaya anıtlarından gördüğümüz kadarıyla taş işçiliğinde ustalaşmış, ekonomilerinin dayandığı hayvancılığa paralel olarak dokumacılıkta ve tekstilde gelişmiş, ele geçen mezar buluntuları arasında yer alan tunç kaplardan anladığımız kadarıyla madencilik alanında da oldukça yüksek bir düzeye ulaşmış bir halk olduğunu anlıyoruz.
Bugün Orta Anadolu Bölgesi'nde nüfusun büyük bir kesimi kırsalda yaşamakta. Geçim kaynakları çiftçilik ve hayvancılık. Nüfusun büyük bir bölümünün yazgısı atadan beri değişmemiş. Hâlâ bir avlunun gerisine çekilmiş kerpiç evlerden oturmaktalar. Orta Anadolu, geniş tarım alanları ile hâlâ ülkemizin tahıl deposu. Frig toplumunda hayvancılığa bağlı olarak dokumacılığın gelişmiş olduğunu söylemiştik. Dün olduğu gibi bugün de Orta Anadolu'nun angora yünleri çok kıymetli. Antik dünyanın sevilen malları arasında yer alan, Frigler'in "tapetes" olarak adlandırılan kilimleri, üzerlerindeki geometrik motiflerden ötürü Türk kilimlerinin atası olarak kabul edilmekte. Bugün hâlâ Sivrihisar kilimlerinde Frig motifleri yaşamakta. Zengin Frig soylusunun içki kabı olarak kullandığı tunç kâseler, bugün bizim "göbekli hamam tasları" olarak geleneksel hamamlarımızda yerini almış. Ana Tanrıça Matar'a yapılan dinsel ritüellerde insanı kendinden geçiren Frigyen modundaki müzik, çağların derinliklerinden süzülerek bugün Frig makamında  "Aşkın kanunu yazsam yeniden" sözleriyle dilimizde! Bu ortak yazgı, bana göre Anadolu'nun kökleri neolitik çağa kadar geri giden, her yeni gelen toplumla zenginleşen ve çağlar boyunca bir potada harmanlanan düşünce, inanç ve yaşam birliğine dayanmaktadır. 

-Frig yürüyüşünüzde 1989 yılında Muhibbe Darga başkanlığında başlayan Şarhöyük kazısının da önemli bir mihenk taşı olduğunu görüyoruz. 2005'te de bu kazının başkanlığını devraldınız. İlk Tunç Çağ (MÖ. 3. binler) dönemlerinden Osmanlı'ya bir kültürler zincirinin varlığını ortaya çıkaran ve "Dorylaion ya da Dorylaeum" diye adlandırılan bu kent kazınız ne durumda, ve de nereye doğru gidiyor? Sonunda bir dönemsel Gordion iç kalesi katmanlarına benzer bir yapıyla mı karşılaşacağız?
- Eskişehir ili, Eski ve Orta çağlarda Yunanca Dorylaion, Latince Dorylaeum ismi ile tanınan bir kentti. 19. yüzyılda birçok gezgin ve bilim adamının bu bölgeye yaptıkları gezi ve araştırmalar sonucunda, Eskişehir il merkezinin 3 km kuzeydoğusunda, Porsuk Nehri (Tembris) ile yan kolu Sarısu (Batys) arasında kalan geniş ovanın güney kenarında yer alan Şarhöyük ören yerinin, antik Dorylaion kentinin merkezi olduğu saptanmıştır.
Şarhöyük, Orta Anadolu'nun orta büyüklükteki, sayılı höyüklerinden biridir. Eskişehir ovasında en yüksek rakımlı, en büyük höyüktür. Ovadan yüksekliği 17m, çapı 450m.'dir. Höyüğü çevreleyen bir Aşağı Şehir ve höyüğün yaklaşık 1 km kadar batısında Nekropol (mezarlık) alanı bulunmaktadır. Hem Eskişehir'in hem de Frigya Bölgesi'nin yerleşim tarihine ışık tutması bakımından buradaki arkeolojik kazılar son derece önemlidir.
Özellikle 19. yüzyılın sonlarında İstanbul-Bağdat demiryolunun inşaatı sırasında, Şarhöyük-Dorylaion'un üzerindeki Orta Bizans dönemine ait kaleyi çevreleyen taş surun kaplamaları ve taşları, demiryolunun traversleri arasında kullanılmak üzere sökülerek parçalanmış, bir kısmı ise o dönemde Alman ve Fransız araştırmacılar tarafından İzmir üzerinden yurtdışına gönderilmiştir. Hatta Fransız araştırmacı G. Radet, höyüğün güney eteklerinde kazı bile yapmıştır. Höyükte ilk bilimsel kazılar 1989 yılında gerçekleştirilen yüzey araştırmasını takiben aynı yıl Prof. Dr. A. Muhibbe DARGA'nın başkanlığında başlar. 2005 yılından itibaren başkanlığım altında devam eden kazılar, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü ve Anadolu Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu Başkanlığı'nın maddi ve lojistik destekleri ile gerçekleştirilmektedir. Kazılarda gün ışığına çıkartılan buluntulardan höyükte İlk Tunç Çağı, Hitit, Frig, Hellenistik ve Klasik, Roma, Bizans, Osmanlı kültürlerinin varlığı saptanmıştır. Çalışmalar sırasında  Şarhöyük'te Osmanlı dönemine ait iskan izi saptanmamış olmakla birlikte, tahrir defterlerinden burada tay yetiştiren 56 hanelik bir taycı çiftliği olduğu biliniyor. Kanuni döneminde İstanbul'daki saray için Şarhöyük'te at yetiştiriliyor. İlyada destanında ünlü ozan Homeros şöyle der: "Atlarıyla ünlü yemyeşil Frigya topraklarına gitmiştim". Eskişehir'de Mahmudiye'nin bugün haraları ile ünlü bir ilçe olması, geçmişten günümüze bölgenin at yetiştirme konusundaki yetkinliğini ve önemini göstermesi bakımından son derece dikkat çekici. Bugüne kadar gerçekleştirdiğimiz çalışmalarda höyüğün zirvesinde güney ve güneybatı kesimde, uydu ve hava fotoğraflarından yuvarlak planlı olduğu anlaşılan Orta Bizans dönemine ait kalenin, yarım daire biçimli kuleler ile güçlendirilmiş sur bedeninden geriye kalan küçük bir bölümü ve temel çukurları ortaya çıkartılmıştır. Batı ve kuzey kesimdeki kazılarda ise Roma, Hellenistik ve Frig dönemine ait açık avlulu konutlardan oluşan mahalle sektörleri saptanmıştır. Üstü açık avlularda fırın ve işlikler yer almaktadır. Dar, uzun dikdörtgen planlı magazinler içinde, tahıl, yağ ve şarap saklama kapları olan bizim pithos olarak tanımladığımız büyük küpler ele geçilmiştir. Bu alanlarda bulunan demir bağcı tarhaları, çevrede bağcılık ve şarap üretiminin yapıldığını kanıtlamaktadır. Ayrıca ele geçen baskılı Taşoz (Thasos), Rodos(Rhodos)  amfora kulpları,  MÖ. 3. yüzyılda şaraplarıyla ünlü Taşoz ve Rodos adalarından Şarhöyük'e kaliteli şarap getirtildiğini gösteren önemli buluntulardır. Höyüğün güney yamacında sürdürülen çalışmalarda Frig dönemine ait yapıların altında Hitit dönemine ait ev temelleri, ocaklar ve ortak kullanım mutfak alanları saptanmıştır. Taş temel üzerine hafif ahşap malzemeden inşa edilmiş bir ev kalıntısı ile evin doğusunda üzeri sundurmalı, içinde fırın, tandır, tahıl saklamak için kullanılan silo çukurları, öğütme ve ezgi taşları ile erzak saklama kapları olan testi ve iri küpler son derece dikkat çekicidir. Hitit tabakasında ele geçirilen "Ülkenin Prensi /Kral oğlu " ünvanlı mühür baskısı; henüz Hititçe adını saptayamadığımız Şarhöyük Hitit yerleşmesinin, Başkent Hattuşa'ya (Boğazköy) bağlı bir Hitit eyaleti olduğunu  ve Hitit egemenliğinin en batı ucu olduğunu kanıtlamaktadır. 
Nekropolde devam eden çalışmalar, burasının şimdilik Geç Hellenistik dönemden  Erken Bizans dönemine kadar sürekli mezarlık alanı olarak kullanıldığını göstermiştir. Taş sandık, tuğla, pişmiş toprak lahit ve oda mezarlardan oluşan farklı mezar tiplerinin uygulandığı nekropolde, mezarlara inhumasyon (doğrudan gömü) yapıldığı gibi özellikle içindeki buluntuların yardımıyla Geç Hellenistik döneme tarihlediğimiz mezarlarda kremasyon (yakarak gömü) yaygın olarak uygulanmıştır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Şarhöyük, bölgenin yerleşim tarihini öğrenmemiz bakımından çok önemli bir kazı. Devam eden kazılar, bölgenin özellikle az bilinen Demir Çağı (M.Ö. I. Bin yılın ilk yarısı-Frig dönemi) ile Orta ve Son Tunç Çağı (M.Ö. II. Binyıl-Hitit Dönemi) siyasi ve kültürel yapısının aydınlanmasına katkılar sağlayacaktır. Frig Dönemi malzemeleri çok zengin, bu açıdan Şarhöyük, Gordion kadar önemli. Doğrudan Hitit başkentine bağlı, Hitit Krallığı'nın şimdilik bilinen en batıdaki şehri.

 
Sayfa başı...

                                                                                                                                         
AYLA ÇINAROĞLU'NUN 'YEDİ KAPILI KENT' ADLI ÖYKÜSÜNDE MASAL ÖĞELERİ, İMGELER, ANLATICI İMGELEMİNİN ARKATASARI

Anahtar sözcükler:
* Ayla Çınaroğlu
* Yedi Kapılı Kent öyküsü
* Masalın öğeleri
* Geleneksel masal, çağcıl masal

Bildirinin Özeti
Bu çalışmada, Ayla Çınaroğlu'nun 9 - 14 yaşlarına seslenen 'YEDİ KAPILI KENT' adlı, görsel öğelerle de desteklenen masalsı öyküsü; geleneksel - çağcıl masal öğeleri karşıtlamasında biçimi, yapısı irdelenmiş; öyküde geçen kimi imgeler ele alınmış, anlatıcı imgeleminin arkatasarının açıklama denemesi yapılmıştır.

'Yedi Kapılı Kent' adlı öykü kısaca şöyle özetlenebilir:
Anlatıcı, 'hınzır bir karganın' kulağına fısıldadıklarını aktararak başlar öyküsüne. Öyküdeki yer; belirsiz bir yerleme görece 'Kuzeyde' bir yerlerde var olmuş, derebeylikle yönetilen bir ülkedir. Bu ülkenin yiğitlerden oluştuğu söylenen güçlü de bir ordusu vardır.  Sürem, eskilerden eski bir süremdir. Sürem içinde ülkenin ordusu dağılır, ülke parçalanır, sonunda yalnızca başkent kalır. Derebeyi, başkentin dört bir yanını yüksek duvarlarla çevirtip yandaşlarıyla birlikte dış dünyaya kapanır. Böylece yüzyıllar geçer. Günün birinde ülkenin çocukları, ülkenin bu dış dünyaya kapalılığını sorgular. Çocukların büyüklerinden aldıkları yanıt, kuşaktan kuşağa aktarılan bir korku masalıdır. Sözde, ülkenin yedi kapısını yedi başlı bir canavarın gövdesinden koparılmış, yedi korkunç baş kuşatmıştır. Bu yüzdendir ki, kimse çıkamaz / çıkmamalıdır kentten dışarı; kimse de giremez / girmemelidir kentten içeri. Bu masala inananlar olduğu gibi inanmayanlar da vardır. Bu inanmayanlardan biri de derebeyin küçük oğlu Piti'dir. Piti, babasından kapıların açtırılmasını diler. Derebeyi, oğlunun yalvarmalarına dayanamaz, açtırır kapıların çoğunu. Açılan kapılarda yaşam belirtisi olmadığı gibi yaşamsal sakıncalar da vardır; uçsuz bucaksız çöller, karanlık ormanlar, bataklıklar, yabanıl hayvanlar… Özgürlüğe susayan insanların çoğu yok olur. Derebeyi, bu yüzden son kapıyı açtırmaz. Meraklı Piti ile arkadaşı bahçıvanın oğlu Pata, birlikte yaptıkları bir uçurtmadan yararlanarak, açılmayan kapının bulunduğu duvara çıkarlar; 'duvarların ne denli küçük, evrenin ise ne denli büyük' olduğunu görürler. Görünüm, önlerinde alabildiğine uzanan masmavi bir gök ile ışıltılı engin bir denizdir. Piti ile Pata, esrik, şaşkın gözlerle görünüme doyumsuzca bakarlar, bakarlar, bakarlar; sonra da uzunca bir düşünürler.

Şiirsel bir dille akan, ana metinde eğretilemelerinin iletisini önce okurun sezgisel algısına bırakan öykü, sonunda anlatıcının okuru eleştirel düşünceye yönelten uyarısıyla biter.

Öyküyü Vladimir Propp'un (1985: 122 - 129)  'kalıplaşmış' kimi masal öğeleriyle ölçütlediğimizde, anlatı türünün adını koymuş oluruz. Metindeki örneklerle:

¨Masalın uzamsal - süremsel tanımıyla:

"Eskilerden de eskilerde, çok eskilerde,
Bir yiğitler ülkesi vardı kuzeyde bir yerlerde.
(…..)" (1998: 5).

¨Yasaklamanın içeriğiyle:        

"(…..)
Yedi kapıyı açmak isteyenler,
Yüksek duvarlara tırmanıp
Bakmak isteyenler?..
Aşağılanır, dövülür, tutuklanır.
(…..)" (1998: 12)

¨Olay örgüsünün düğümlenmesiyle:

"(…..)
'Biz,' dedi (Prens) Piti, 'Biz,
yitirmeden usumuzu,
duvarların ardını görmeliyiz.'
(…..)" (1998: 16).

¨Yardımcının ortaya çıkışıyla:

"(…..)
Piti sıkıntı içindeydi; yasaktı dışarı çıkması.
Yalvardı yakardı babasına,
bahçıvanın oğluyla oynamak için izin aldı.
Pata'ydı bahçıvanın oğlu. İyi arkadaş oldular.
(…..)" (1998: 14).

¨Yardımcının bilgeliği ile:

(…..)
Yüksek duvarlara,
duvarların üstünden uçup giden kuşlara
baktı… baktı Pata.
Birden bir ışık yandı beyninde:
'Bir yol var!' diye bağırdı,
'Kolayca tırmanacağız. Bak önce
Kocaman iki uçurtma yapacağız.
(…..)" (1998: 26).

¨Kötülüğün giderilme biçimiyle:
"(…..)
Biraz çekince ipleri,
uçurtmaların iplerini birbirine bağlayan
                                             kısa urgan,
surların mazgallarına takılıverdi.
Aşağıya doğru uzanan iki ipten birini, sur dibinde bir ağacın
Güçlü gövdesine bağladılar.
(…..)
Şimdi iş tırmanmaya kaldı.
(…..)" (1998: 31).

¨Kötülüğün giderilmesiyle:

"(…..)
Surların tepesine vardıkları(nda)
İşte o an anladılar
Duvarların ne denli küçük olduğunu,
evreninse kocaman…
(…..)
Sanki sonsuza dek uzanan
bir mavi evrendi gördükleri
sonsuzlukta elele gökyüzüyle.
(…..)" (1998: 32).

Bu ölçütlemeyle, öykünün 'olağanüstü / geleneksel masalların' biçimini andıran yapıda  'yapma masal' türünde olduğu söylenebilir. Ancak şu da söylenebilir: Anlatıda her ne denli derebeyi, prens, canavar gibi 'geleneksel' imgeler kullanılsa da öykü; izleği, biçemi, iletisinin niteliği ile 'çağcıl masal' anlayışında yapılandırılmıştır.  Çağcıl masal, -bir yazarca kaleme alınmış- her biçimiyle yapma olduğu gibi kurgusuyla, iletisiyle, izleğiyle çağa da uygun nitelikler taşır. 'Olağanüstü / geleneksel' masallar ise toplumun ortak yaratısı ya da bir yazarca yaratılsa da çağımızın gerisindeki değerleri taşır genellikle…) 

Pertev Naili Boratav  (1991: 276), bir deyisinde, "sanayileşmekte olan bugünün toplumunda bir 'sözlü gelenek ürünü' olan masalın kutsal niteliğini tümüyle yitirdiğini"  belirtir. Boratav olguyu böyle nitelese de, "masalın sınırlarını aşan ve olağanüstüyü günlük gerçeğin içine sokabilen yapısıyla masalın körelmeden kurtulabileceğini, yeni bir güç kazanabileceğini, taze bir kan, yeni bir yaşam bulabileceğini" de söyler başka bir deyisinde (1991: 279). Bu deyi, anlatımın temel dayanaklarından biri olacaktır.
       
Şimdi masalsı öykümüzün yapısının kimi öğelerini 'geleneksel masal - çağcıl masal anlayışı' karşıtlamasında irdeleyelim:

Sözlü geleneklerimizdeki masal anlatışında- yine Boratav'a göre (1991: 276) - genellikle, "evvel zaman içinde…' ya da 'bir varmış bir yokmuş' tekerlemesiyle başlanır. Bu başı sonu belli olmayan, aslında masalla da ilgisi beklenmeyen başlangıç biçiminin amacı, dinleyeni anlatının düşsel niteliği konusunda uyarmaktır."  Öykümüzde de anlatıcı, 'karga' imgesini kullanarak bir başlangıç tekerlemesiyle başlar söze. Ne ki bu tekerleme biçimini metnin içeriği ile ilintilendirirken, "sözlü gelenekte olduğu gibi, geniş zaman ya da miş'li geçmiş kipinde değil, di'li geçmiş kipinde kullanır" . Bu biçimini de tüm anlatısı boyunca sürdürür. Anlatıcının imlenen bu öğesel gösterenleri bağlamında öncelenebilecek vargı, anlatıcının, geleneksel masal anlatımından ayrımlı olarak dinleyeni anlatının 'düşsel sarmalında verilmiş gerçekçi niteliği' konusunda uyarma yaklaşımıdır.

"(…..)
Evet, eğildi kulağıma,
anlattı tüm öyküyü (karga)
başından sonuna dek.
Bir de gözdağı verdi,
'Sakın kimseye söyleme," diyerek.
Ama canım, karga hınzırsa
Ben de hınzırım biraz.
Sonra ne yapalım işte
Ağzımda bakla ıslanmaz.
(…..)" (1998: 3).

Göründüğü üzere anlatı düzleminde karga öznesi, masalımız bağlamında 'anlatıcı' üzerinde gerçekleştirdiği bir eyleme soyunmakta;  bir bakıma halkbiliminde bir duyum taşıyıcısı olarak da bilinen 'karga' imgesi; hem duyum taşıyıcısı, hem de duyum aktarıcısı olarak 'değişmeceli' bir anlam yüklenerek 'anlatıcı' yerine ad olarak aktarılmış bir gösterene dönüşmektedir .

Masalda 'karganın' dışında yazınsal, görsel nitelikte daha bir çok imge vardır; 'duvar', 'yedi başlı canavar', 'derebeyin küçük oğlu Piti', 'bahçıvanın oğlu Pata', 'bataklık', 'çöl',  'orman', 'uçurtma', 'mavi evren'  bg… 

Öyküde geçen 'duvar' imgesi; hem bir simge hem de bir eğretileme olarak başat niteliğiyle öne çıkıyor:

"(…..)
Başkent halkıysa,
korkularının doruğunda
çalışıp gece gündüz,
yüksek 'duvarları' bir kat daha yükselttiler.
Kendilerini, kendi ülkelerine tutsak ettiler.
(…..)" (1998: 8).

Öyküde 'duvar' imgesinin çağrışımsal göstereni, özgürlük kavramı olabileceği gibi, çağ dışı toplumsal bir olguyu da simgeleyebilir: Çünkü anlatıda olagelen olaylarda  ülke insanının toplumsal yapısı/ varlığı dış düşmana karşı korunurken; bir yandan da var olan toplumsal yapısı gelişmeye karşı korunmaktadır. Daha açıkça; 'duvar' imgesinin arkatasarında yatan gerçeklik, kapalı toplum insanının düşünce yapısını, çağcıl değerlere (eşit paylaşıma, hoşgörüye, özgürlüğe…) karşı; yine bir bakıma da süregelen tutucu yapısını  (bağnazlığını, hoşgörüsüzlüğünü, dar görüşlülüğünü, yasakçılığını, çevre kirliliğine karşı duyarsızlığını…) toplumsal evrilmeye karşı koruyan bir yapıyı imlemektedir. Kitaptaki görsel imgeler de bu olguyu destekler niteliktedir. Örneğin, kapısına kilit vurulmuş kent imgeleri ile özgürlüğü engellenmiş insan imgeleri…
Ele alacağım ikinci imge 'yedi başlı canavar' imgesidir.
"(…..)
Eskilerden de eskilerde,
yiğitlerden de yiğit atalarımızın
yiğitler ülkesinde,
yedi başlı bir canavar yaşardı.
(…..)" (1998: 10).

Bu imge, her dönemin kendine özgü nitelikteki kötü, çirkin, yanlış değer yargıları ile açımlanabilir.

'Kötülük olgularını / kavramlarını' simgeleyen bu 'yedi başlı canavar', anlatıda 'duvar'ın dışında gösterilse de duvarın içinde de olmalıdır. Çünkü toplumu durağan bir yapıda tutan  'duvar' imgesinin çevrelediği alan içinde süregelen olaylarda, 'yedi başlı canavar'ın toplumsal değerleri nasıl eksilttiğinin gösterenleri, duvarın dışını olduğu kadar 'duvar'ın iç bölümünü de imler:

"(…..)
(Canavar), Yedi…
Yedi…
Yedi…
Ülkede ne varsa yedi…
(…..) (1998: 11).
Kitapta görsel olarak da verilen bu 'yedi başlı canavar' imgesi, çizimlerde görüleceği üzere pek de korkunç sayılmaz. Belli ki, "çocukları korku öğesi yaratıklarla karşı karşıya getirmenin sakıncalı olduğu bilinçlice düşünülmüş, bu yüzden masalın içindeki görsel korku öğeleri, diğer çizimlerde de olduğu gibi çocuğun eğitbilimsel yapısına zarar vermeyecek bir düzede -  ayrıca da   sanatsal bir biçimde - biçemlendirilmiştir."

Öykünün olmazsa olmaz imgelerinden biri de Prens 'Piti'dir. Prens Piti, anlatıda, toplumunun süregelen olumsuz yaşantısını sorgulayan, bunun nedenlerine kafa yoran bir betimge olarak görünmektedir.

"(…..)
Büyükler duvarların ardını
merak etmediklerine göre
deli olmuşlardır mutlaka.
'Biz', dedi Piti, 'Biz,
yitirmeden usumuzu,
duvarların ardını görmeliyiz.
(…..)" (1998: 16).

Prens Piti olaylara eleştirel bir gözle bakabilme yetisindedir. Bu yeti ile merakı onu bir bakıma - arkadaşı Pata'nın yardımıyla -teknikbilimi kullanarak uçurtma yapıp duvarları aşmayı; böylelikle sorunun çözüm yollarını -geleneksel masal kahramanlarının tersine, asla şiddete başvurmadan - görmeye / bulmaya yöneltir. Burada önerilen salt kuru kuruya teknikbilim değil; 'insan'ı yok etmeyen; onun zihinsel, tinsel düzeyde gelişimini engellemeyen bir teknikbilim olmalı. Çünkü uçurtma imgesi; buluculuğu, yükselmeyi, özgürlüğü, gelişmeyi, çocuğun eğitbilimsel evreninin arı yapısını gösteren anlamlarla yüklü bir imge olarak alımlanır genellikle… 

"(…..)
'Hiç böyle biter mi öykü?' dedim,
'Anlamadım doğrusu,
hani açılmak denizlere,
hani bataklığı kurutmak, ormandan yararlanmak,
çölü yemyeşil yapmak?
Hani, hani özgürlüğün tadına varmak?..'
(…..)" (1998: 34).
Prens Piti'nin kişiliği,  "çocuk gerçekliği bağlamında ülküselleştirilmemiş bir betimge"  olarak  görünse de konumu toplumbilimsel olgular bakımdan tartışmaya açıktır. Çünkü toplumsal evrilmenin yönünü imlemede, toplumunu çağcıl bir biçimde devindirmede,  öyküde önemli bir betimge olan Prens Piti soylular arasından gelmektedir; arkadaşı Pata ise halktan… Anlatıcı, olasılıkla toplumu dönüştürmede ülküsel işlevler yüklemiş olmalı bu her iki betimgeye… Burada anlatıcının okura alımlatmaya çalıştığı, 'aydınlanma olgusu' gibi görülüyor; aydınlanmacı soylu ya da kentsoylu aydınların birikimiyle halk önderlerinin dönüştürücü gizilgücünü bir araya getirmek gibi bir ülkü…
'Bataklık', 'çöl' imgeleri, toplumun gelişmesini aşındıran, engelleyen bağnazlık, tutuculuk gibi olguları simgeleyerek 'duvar' ve 'yedi başlı canavar' imgelerini tümlüyor.
'Orman' imgesi ise 'deniz' ve 'sonsuz pırıltılı ufuk', 'uçurtma' imgelerinin çağrıştırdığı yaşam sevinciyle 'insanca yaşanabilir çağcıl bir çevrenin' gösterenine dönüşerek okurun yüreğindeki 'umudu' güçlendiriyor.
Araştırmacı yazar Mahir Ünlü (2006: 319), "Ortaya konulan ürün ve yapıtlar, bellek anı ve verilerinin duygu, düşünce ve düşlemlerle bileşimleri sayılabilecek, çok kez 'yaratı' biçiminde gözüken oluşumlardır. Bellek ve anılar, çoğunlukla yaşamsal gözlem ve gerçeklerle ilişkilidir. Yazarların esin ve düşlem güçleri de bu gerçeklikten tümüyle kopamaz; uslarından ve kalemlerinden soyutlanamazlar" der bir sorgulamaya verdiği yanıtta.  Sedat Sever (2003: 4) de değinimiz bağlamında benzer bir yaklaşımla şöyle der:  "Yazar, yapıtını yaşayarak, gözlemleyerek ve okuyarak edindiği deneyimlerden kotardığı bir kurmaca gerçekliğe dayandırır." Aynı bağlamda  Mustafa Ruhi Şirin'in (1998: 49) de bir sözü vardır: "Sanat masallarının ('klasik masallara' görece - E. B.) daha gerçekçi, günlük yaşantıyla daha iç içe olduğu söylenebilir. Sanat masalı yazan yazar bu yönü ile çağına ve yaşadığı hayata tanıklık eder. Gerçeği açıkça değil, kendi anlatımı ile gizli bir şekilde anlatmış olur."  

Yazar Bettina Hürliman (1998: 39 - 45, Saint- Exupery'nin 'Küçük Prens'ine değgin bir yazısında özetle şunları söyler: "Ruhunu kurtarmak için yaşadığı göktaşını büyük bir yüreklilikle terk ederek dünyaya inen Küçük Prens'i saran üzünç, - üzüncünün kaynağı belirsiz olsa da - hem çocuk hem yetişkin okurlarca algılanabilecek düzeydedir. Aslında Küçük Prens'in bu üzüncü, Exupery'den kahramanımıza bulaşan bir üzünçtür. Çünkü öykünün yazılmasının başat nedeni (anlatıcı imgeleminin arkatasarında yatan olgu) yazarın ülkesinin (Fransa'nın) Hitler Faşizmi'nce ele geçirilişinde yaşadığı derin ezinçtir. Tüm bu üzüncüne karşı Exupery, kendisinin ve dostlarının dönemin karamsarlığına teslim olmasını istemez. Bu yüzden kitabının sonunu 'umuda' açık olarak bitirir; Küçük Prens'in kendi gezegenine dönmüş olacağına inandığını belirterek…"

Ele aldığımız 'Yedi Kapılı Kent' öyküsünde de anlatıcı imgeleminin arkatasarında yatan olgu da,  anlatıcının; insan, toplum, çevre gelişmesine engeller koyan kapalı toplumlardaki olumsuz duruma karşı duyduğu karamsarlık olmalı. Ne ki tüm bu karamsarlığına karşın anlatıcı, tıpkı Exupery gibi, kitabının sonunu 'umuda' açık olarak bitirir; günümüz ile geleceğin çocukları kahramanımız Piti gibi yaşamı sorgulayacak; bireyselliğini yaratma, toplumunu, insanlığı eşit paylaşımcı bir nitelikte geliştirme, ülkesini, dünyayı güzelleştirme yol arayışlarını her sürem araştıracaktır.


Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Karşılaştırmalı Edebiyatçılar Kulübü III  Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Yaşayan Yazarlar  'Çocuk ve Gençlik Yazınında Ayla Çınaroğlu Sempozyumu 2007, Erol Büyükmeriç  bildirisi:
(Uçanbalık Yayınları, 2009, s. 95-101)


                                                                                                                                         
Sayfa başı...